Cumartesi, Nisan 20, 2024
No menu items!
Ana SayfaGenelİki vatan arasında kalanlar!

İki vatan arasında kalanlar!

Bundan tam 52 yıl önce, 1965 yılının sıcak Temmuz günlerinden bir gün, akşama doğru, Bayır-Bucak’ın Şeren ve çevre köylerinden, 8-14 yaş aralığında, ben dahil 23 çocuk, iki kılavuzun peşinde, anavatan Türkiye’ye doğru yola çıkmıştık. Bir bahçeden çıkıp diğer bir bahçeye geçerek, dağları taşları, dereleri tepeleri aşarak, gecenin zifiri karanlığında, Türkiye sınıra doğru, ses çıkarmadan, yumuşak adımlarla gizlice ilerliyorduk.
Gece yarısına kadar Suriye’nin, sabaha karşı ise Türkiye’nin, sınırda nöbet tutan güvenlik güçlerine görünmeden ve yakalanmadan, gece karanlığında heybetli orman ağaçlarının arasından, kılavuzların rehberliğinde, yorulmadan, yılmadan, mutat dışı yollardan Yayladağı’na doğru yol alıyorduk. Biz çocuklar için çok uzun bir yolculuktu; ne yolluğumuz ne de içecek suyumuz vardı. Hiç durmaksızın 12 saati aşan yolculuğumuz, ertesi sabah Yayladağı-Antakya karayolu görününceye kadar aralıksız sürmüştü.
Kazasız belasız Suriye-Türkiye sınırını aşıp da Yayladığı’na vardığımızda, bizler için uzun ve meşakkatli bir yolculuğun sonuna gelmiştik. Artık anavatana kavuşmuştuk. Bundan gayrisi artık Türkiye’ye ve Türk büyüklerine kalmıştı. Türkiye bizleri ya kabul edecek ya da Suriye’ye geri gönderecekti. Bizler için Suriye’ye geri dönmek, zulümden de öte, ölüm demekti!

AMACIMIZ TÜRKÇE OKUMAKTI

Türkiye’ye mutat dışı yollardan, kaçak olarak geliş amacımız; kaçakçılık değil, Türkiye’de ve Türkçe okumaktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin yetkili makamlarına, güvenlik görevlilerine teslim olmuştuk gayri, kaderde ne varsa yaşanacaktı. Üzerlerimizde bir gömlek, birer pantolon ve lastik ayakkabıdan başka hiçbir şey yoktu. Kolluk görevlilerine ibraz edebileceğimiz ne kimliğimiz vardı ne de paramız. Sadece aslımız Türkmen, dinimiz İslam ve dilimiz Türkçeydi. İsimlerimiz ise; Muhammed, Mustafa, Ali ya da Ahmet’ti.
Terk edip geldiğimiz Bayır-Bucak köylerinde ne ziftli yol, ne otobüs, ne traktör, ne de at arabası vardı. Evlerimizin duvarları taştan, damı topraktan, kapıları tahtadandı. Evlerimizde aydınlanmak için ne elektrik, ne de su içmek için çeşme vardı. Çerçiden tuz-şeker almak için para yerine yumurta kullanılırdı. Anlayacağınız ne kadar yumurta o kadar alışveriş demekti. Yumurtası olmayana şekersiz, tuzsuz, kibritsiz kalırdı.
Bayır-Bucaklı Türkmen çocukları olarak tek umudumuz anavatan Türkiye’de okumak, bir baltaya sap olmaktı. Çünkü Bayır-Bucak Bölgesi’nde yaşamak zordu. Toprak azdı; çoğu tarlalar susuzdu. Köylülerin mektep ve dil sorunlarından başka ekonomik sorunları da vardı. Suriye’de Türkmen demek, yoksul ve fakir demekti. Türkmenlerin Türkiye’ye hasreti vardı; tüm Türkmenlerin gönlü de, gözü de, kulağı da Türkiye’deydi.
Artık kendimizi Yayladağı İlçe Emniyet ve jandarma görevlilerine teslim etmiştik. Kaderimizi değiştirecek ve geleceğimizi şekillendirecek olanlar Türkiye Cumhuriyeti ve Türk büyükleriydi. Saatlerce süren sorgulamanın ardından nihayet Antakya yolu görünmüştü. Öğleden sonra, Devletin resmi araçlarıyla Hatay Valiliği’ne intikalimiz sağlanmıştı. Hakkımızda ne işlem yapılacaksa Hatay Valiliği’nde yapılacaktı. Hatay Valisi demek, hükümet demekti.
Ve Hatay Valiliği, o akşam bizleri, Antakya’daki Hatay Yetiştirme Yurdu’n yerleştirmişti. Anladığımız kadarıyla durumumuz Ankara’ya, Hükümet’e bildirilmişti. Kaderimiz, geleceğimiz, Ankara’dan gelecek karara göre belli olacaktı. Beklemekten başka yapılacak hiçbir şey yoktu!

RÜYADA YAŞAMAK!

Bayır-Bucaklı 23 Türkmen çocuğu olarak, bizler için Hatay Yetiştirme Yurdu’nda yeni bir hayat başlamıştı. İlk defa yurdun yemekhanesinde, masa başında ve sandalyeye oturarak, mutfakta pişen yemeklerden yiyorduk. Somun ekmeği ilk defa yurtta görmüştük, suyumuzu cam bardaktan içiyorduk. İlk defa yurdun yatakhanesinde, ranzada ve tek başımıza yatmaya alıştık. İlk defa musluklardan akan su ile soğuk duş almıştık. İlk defa kahvaltıda ve yemekte çatal-kaşık-bıçak kullanmayı öğreniyorduk. İtiraf etmeliyim ki, Hatay Yetiştirme Yurdu’nda ilk andan itibaren gördüklerimiz ve yaşadıklarımız bizler için bir rüyaydı. Anavatanda hayatımız değişmişti. Belki de kaderimiz de değişecekti!
Hatay Yetiştirme Yurdu’na daha önceden yerleştirilmiş ve yurtta yetiştirilmiş birkaç Bayır-Bucaklı ağabeyimiz vardı. Onlar bizleri bağrına basmış, sahiplenmişti. Gündüzleri çarşıda çalışıyorlardı; biri terzide, biri mobilyacıda, biri de radyo tamircisinde meslek öğreniyordu. Yurtta kaldığımız sürede bizlere rehberlik ettiler, çok şey öğrettiler, ufkumuzu açtılar. Bizleri hiç duymadığımız, görmediğimiz sinemalara götürdüler. Bizler Suriye’de ne sinema duymuş, ne film seyretmiş ne de artist görmüştük.
Anavatanda feleğimiz şaşmıştı. Geldiğimiz yerlerde, Bayır-Bucak köylerinde ne yoksa Antakya’da hepsi vardı. Çimento ve kerpiçten kat kat evler, ziftli caddeler, sokaklar vardı. Şehrin caddelerinde, sokaklarında otobüsler, otomobiller, motosikletler, bisikletler, faytonlar cirit atıyordu. Evler elektrikle aydınlanıyor, çeşmelerden sular akıyordu. Hatta odaların tavanlarında elektrikle çalışan ve etrafa serinlik veren vantilatörler çalışıyordu.
Antakya’da bizim rüyamızda bile göremeyeceğimiz güzellikte bir hayat vardı! Daha önceleri çamurdan sıvalı taş evlerden, toprak damlardan, karanlık odalardan ve gaz lambasından başka hiçbir şey görmeyen gözlerimiz fal taşı gibi açılmıştı. Dünyamız değişmiş ve renklenmişti. Bu yeni hayatımızın ve mutluluğumuzun sürmesi Ankara’dan gelecek iyi bir habere kalmıştı!

SIĞINMACILARIN GELECEĞİ MEÇHUL!

Ancak Hatay Yetiştirme Yurdu’ndaki tatlı hayatımız ve mutluluğumuz iki hafta sürmüştü. Ankara’dan gelen emir, geleceğe dair tüm umutlarımızı, hayallerimizi yok etmişti. Açıkçası, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti, birkaç Bayır-Bucaklı Türkmen çocuğunun Türkiye’de ve Türkçe okumasına imkân ve fırsat vermemişti. Hepimizin sınır dışı edilmemize ve terk edip geldiğimiz köylerimize, evlerimize, ailelerimize geri gönderilmemize karar verilmişti.
Devlet Baba, Bayır-Bucaklı 23 çocuğu önce Antakya’dan Yayladağı’na göndermiş, oradan da sınır ötesine, Suriye topraklarına hem de kılavuzsuz olarak salıvermişti. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne olan güvenimiz az da olsa zayıflasa da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne olan aşkımızda zerre kadar bir zafiyet doğmamıştı!
Şimdilerde, o Bayır-Bucaklı 23 Türkmen çocuğundan (ben hariç) hayatta olanlar, 2011 yılında Suriye’de patlak veren iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan Türkmenler arasındalar. Hepsi de babadır, dededir hata büyük dededir! Hayatta kalan aileleri, çoluk çocukları, oğulları kızları, gelinleri damatları, bacıları kardeşleri, torunları ve hatta çocuklarının torunları ile birlikte, 2012’den beri Yayladağı, İslâhiye, Adıyaman ve Osmaniye’deki çadır ya da konteyner kentlerde kamp hayatı yaşıyorlar. Yine rüya görüyorlar, yine kederlerinin değişeceğine inanıyorlar!
Hala geleceğe dair umutları, hayalleri var! Çünkü arkalarında güvendikleri Türk Devleti ve Türk Milleti var! Göçmen kamplarında onur ve özgürlük mücadelesi veriyorlar. Ve hala Ortadoğu’da barış ve huzurun yeniden tesis edilebileceğine, gelecekte bir gün terk ettikleri topraklarına, evlerine, bahçelerine geri dönebileceklerine inanıyorlar.
Umut fakirin ekmeği ya, şimdilik bedava ekmek ve yemekle idare ediyorlar. Yıllardır çadır kentlerde yan gelip yatarak, vatansız çocuk yaparak, gece gündüz Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad için beddua, AKP Genel Başkanı ve Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan için dua ediyorlar. Umarım Türkiye’ye sığınan binlerce Suriyeli Türkmen, 1965 yılında Bayır-Bucaklı 23 çocuğun yaşadığı akıbete uğramazlar, sınır ötesine atılmazlar ve hayal kırıklığı yaşamazlar!

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER