Çarşamba, Aralık 10, 2025
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıProf. Dr. Garip Turunç Yazdı: '' Garip Doğmak ve Garip Kalmak''

Prof. Dr. Garip Turunç Yazdı: ” Garip Doğmak ve Garip Kalmak”

Yazı yazmak sadece tuşlara dokunup düşündüklerimizi ekrana aktarmak değil, yazı dediğimiz çoğu kez yara kabuğudur. Ama yazının şifasında gene de iyi gelen bir şey vardır. Yalnızca insanlar büyür, yaralar büyümez, yaralar çocuk kalır. Böylece hayattan yazı, yazıdan hayat yapılır. Yazmaktan kastımsa okunması yaşanmasından daha güzel olan bir hayattır, bu hayat yazmak demektir.

Yazmanın benim için en cazip yönünün bu olduğunu düşünüyorum. Bu işin, insanın hem iç sesinin derinliklerine ulaşmasını sağlayacak kertede yalnız, hem de başkalarına eşlik etmeyi ve başkalarına erişmeyi mümkün kılacak denli benzersiz ölçüde bir sosyallik içerdiğini ve çok olağanüstü bir “yaşam dopingi” olduğunu hep inanmışımdır.

Bugün, her zaman olduğu gibi, güncel siyasal/sosyatal konulu bir yazı yazmayacağım; Körfez Gazetesi okurlarımın affına sığınarak biraz kendimden söz edeceğim.

1948’in sonbaharında, doğmuşum; rahmetli annem, zeytin toplama zamanı olduğu için “zeytin ağacı altında doğdun” derdi; evimize 100 km uzakta, Süriye sınırlarına yakın Altıözü Kusery bölgesi bir köyde, dedemden kalma zeytinlikleri toplarken dünyaya gelmişim; bunun için Garip ismimi koyduğunu söylerdi annem; yıllarca onunla Fransa’dan yapmış olduğum telefon görüşmelerinde de “Garip doğdun Garip kaldın Yavrucuğum!” haykırışlarını yap duyardım. Doğum günüm zamanında yazılmamış; çünkü evde kimse okuryazar değil! Ailem fakirdi; yaz aylarında topluca Amik ovasında pamuk toplamaya giderdi.  Çevresinde Hazuri olarak tanılan rahmetli babam, zengin, mülk sahibi bir ağanın hizmetinde “metayer” olarak tarım ve hayvancılıkla uğraşırdı.

Çocukluğum Antakya merkeze yakınında Çekmece köyünde geçti (şimdi o köy şehirle birleşmiş her taraf betonlaşmış!); 5-6 yaşlarında bir çocukken evimizin yakında bulunan tuğla fabrikasında çalışırdım. Sonra rahmetli Abdo abim beni oradan çıkardı, ilkokula girebilmem için yaşım büyütürdü (böylece resmen 31 Mayıs 1947 doğumlu oldum; doğum günümü kutlayanlar sağ olsunlar da, gün de sene de yanlıştı!) ve Armutlu Mahallesindeki Şükrü Kanatlı ilkokuluna kaydettirdi. Ailemde bir tek ben okula gitme şansına sahip olabildim. Zaten benim jenerasyonda bizim köyden Liseye gidenlerin sayısı çok azdı, toplam 3-4 kişiydik. Köyden şehirdeki okula hergün yaya olarak giderdim, ayakkabılarım delik deşikti, yenisini alacak gücümüz yoktu. Ortaokulda harçlığımı çıkarmak için su ve simit satardım, kağıt yumaklarından, bez parçalarından top yapardım.

Antakya Lisesi Fen Bölümünden mezun olduktan sonra, altmışlı yıllarının sonuna doğru üniversiteye Ankara başladım; birkaç ay devam ettikten sonra, yurtdışına öğretimimi yapmak için Milli Eğitim Bakanlığının organize ettiği sınavları kazandığımı öğrenince, küçük bir valizle anavatanımdan ayrıldım; Fransa’ya gittim.

Paris’teki elçiliğimize bağlı Öğrenci Müfettişliği Fransızcayı öğrenmek için önce bizi Paris’te Alliance Française’e, sonra da Tours şehrindeki dil kursu kurumlara yönlendirmişti. Belirli bir süreçten sonra da Lisansa başlamak için üniversite tercihini de bize bırakmışlardı. Ben de Bordeaux’ya gitmeyi tercih etmiştim.

İlk iki yılı Bordeaux üniversitesinin Matematik Bölümünde geçirdikten sonra, sosyatal görüşlere sahiplenmenin de anlamlı olacağına kesin karar verdim ve aynı üniversitenin İktisat Fakültesi Ekonomi/Ekonometri bölümüne kaydım; 1977’de mezun oldum.

Yüksek Lisans ve Doktoramı Dijon üniversitesine bağlı “Ekonomiye Uygulamalı Matematik Enstitüsü’”nde yaptıktan sonra tekrar Bordeaux’ya geri geldim ve Lisansımı bitirdiğim üniversitede araştırma görevlisi olarak akademik hayatıma başladım.

Daha sonra da gereken sınav ve idari görev aşamalarından geçip, 35 yıla yakın akademisyen kariyerimi Bordeaux ve Galatasaray üniversitelerinde yaptım; bütün öğrencilerimi çok sevdim; klişe olsun diye değil, gerçekten sevdim.

Böylece, hayatımın hemen bütün safhalarında yüreğimi hep ikiye bölerek yaşamak zorunda kaldım. Bir yanda yurtdışında yaşadığım dönemin, şartların dayattığı acımasız yarış, bir yanda ise üstü küllense de diplerde çocukluğumda yaşadığım ve hala ateşi bitmeyen sevgi diye bir şey…

Beş-altı yıl önce emekliğe ayrıldım. Halen bir kaç ülkede uluslararası üniversitelerde, öğretim yılının kıssa zaman dilimlerinde, matematik dersi veriyorum. Geçmiş zaman hatıraları içinde kimi zaman umut, kimi zaman hüzün devşiriyorum. Bunca yaşanmışın perdesini çekip şafağın türküsünü söylüyorum. Kendimi, bir şekerleme paketi kazanmış küçük bir çocuk gibi hissediyordum. Önce büyük bir zevkle ve iştahla yedim ama azalmaya başladıklarını bir kez hissedince şimdi teker teker, tadını çıkararak yiyorum.

Artık yasaların, kuralların, uygulamaların ve yönetmeliklerin tartışılıp durduğu ve hiçbir işe yaramayacağını bildiğim sonsuz toplantılara ayıracak zamanım yok. Takvim yaşlarına rağmen hâlâ büyümeyen insanlara destek olmak için zamanım yok… Üst düzey bir makam için yapılan kavgaların kötü sonuçlarına tanık olmaktan nefret ediyorum. İnsanlar içeriğe değil, sadece başlıklara bakar oldular. Benim zamanım ise, başlıklarla uğraşmayacak kadar değerli artık.

Pakette şimdi daha da az şekerleme kaldı. İnsan onurunu ve gerçekleri savunan, sorumluluktan kaçmayan, başarılarından dolayı şişinmeyen, kendi yanlışlarına gülebilen, vaktinden önce “oldum” demeyen, insan olmayı anlamış insanlarla yaşamak istiyorum. Asıl olan, yaşamı (yaşamak için) değerli kılmış eylemler…

Yaşamın sert darbelerinden yumuşak bir ruh ile çıkmayı başarabilmiş ve başkalarının yüreğine dokunabilen insanlarla çevrili olmak istiyorum. Olgunluğun bana getireceği o doluluğu yaşamak için acelem var. Elimde kalan tek bir şekerlemeyi bile yitirmek istemem. Şimdiye kadar yediklerimin hepsinden çok daha nefis olacaklar. Amacım, sevdiklerim ve vicdanımla barış içinde ve yaşamdan da tatminkâr olmaktır.

Hayatın akışına bakıyorum. Hergün uzaktan Anayurdumda olup bitenleri kaygıyla izliyorum. Memleketimin insanlarına çıkan ağır faturası karşısında sınırsız bir acı duyuyorum. Biliyorum sessizlik bize göre değil. Vicdanımı biraz olsun rahatlatabilmek ve ülkemin çılgın gidişatını belki biraz frenleyebilmek umuduyla bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Bunu yaparken de Amerika roman yazarı, şair ve senarist Paul Auster’in şu sözünü hep anımsıyorum: “İş işten geçmeden konuş şimdi. Ve söyleyecek hiçbir şey kalmayıncaya kadar da konuşabilme umudunu taşı.”

 

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER