Prof Dr Garip Turunc yazdı
ARAP ALEVİLERİ ÜZERİNE…

Türkiye’de Alevi isimlendirmesi son zamanlarda çoğunlukla bir çatı isimlendirme olarak kabul edilmekte ve yaygın olarak her türlü ortamda kullanılmaktadır. Oysa tarihsel, dinsel ve sosyolojik olarak geçmişte farklı adlarla kimliklendirilen (Bektaşi, Kızılbaş, Tahtacı, Hubyarlı, Nusayri vb.) bu gruplar son zamanlarda çoğu zaman duygusal, ideolojik, siyasal ve bazen bilmemezlikten kaynaklanan bir tutumla “Alevi” adı altında tek bir homojen isimlendirmeye konu olmaktadır. Bu bağlamda özellikle tarihte Nusayriler diye adlandırılan Arap Alevi grubun Anadolu kökenli sufi karakterli Alevilerle ilişkisi ise hemen hemen birkaç sembol kavram ve kişi dışında hiç yoktur.
Bu farklılığa rağmen Nusayriler bulundukları bölgelerde azınlık olmaları, yaşadıkları bölgenin sürekli savaşlarla yaşamasına rağmen, tarihin derinliklerinden taşıdıkları gizemlerini, batini özveri ve örgütlenme tarzıyla nesilden nesille aktararak, emanet aldıkları felsefelerini, akidelerini günümüze kadar taşımayı başardılar. Yaşam alanlarında verimli ve stratejik toprakların olması, gerek savaşlar, gerek soykırımlarda bir yol bulup mutlaka ayakta kalmayı ve nesillerini devam ettirmeyi başarmışlardır.
Suriye’den, Latin Amerika’ya kadar yayılan Arap Alevi toplulukları geçmişin baskıları ve katliamlarından arta kalan kurbanlardı. Tarihte çok şey söylendi, yazıldı ritüelleri ve yaşam kültürleriyle ilgili. Yazılanların çoğu başkaları tarafından yazıldı. Sömürgeci Oryantalistler duyduklarını yazmayı, Emevi zihniyetini meşrulaştırmaya çalışan din âlimleri de dün ve bugün de aynı mantıkla Arap Alevilerini ötekilerin ötesi yapmayı, kadınlarını ve çocuklarını ganimet görme anlayışını sürdürmekte ısrarcı oldular.
EBÛ ŞU’AYB MUHAMMED BİN NUSAYR İLE BAŞLAYAN VE GÜNÜMÜZE KADAR VARLIKLARI YOK SAYILAN ALEVİLER
Tedavülde olan tarih, Ebû Şu’ayb Muhammed bin Nusayr ile başlayan ve günümüze gelen süreci kapsayan ezber bir tarihtir. Kaynaklar kısır ve birbirlerinin kopyası gibidir. Tarihlerinin ortaya çıkmasında en büyük engellerden bir tanesinin batini olmaları gibi gözükse de egemenlik ve baskıların bekası için uygulanan asimilasyon politikaları daha etkili olmuştur. Gerek Suriye’de, gerek Türkiye’de farklı nedenler olsa da milyonları ifade eden nüfuslarına rağmen varlıkları yok sayılan bir politika izlenmiştir.
Geçmişten bugüne doğru yol izlemek yerine, günümüzden geriye doğru yol izleyelim.
Arap Alevileri başta Suriye, Türkiye olmak üzere Lübnan (Cebel Muhsin) Avrupa ve Latin Amerika’nın büyük ve küçük ülkelerinde yaşamalarını sürdürmektedirler. Nüfusları hakkında tahmini rakamalar dışında ciddi aktüel bir veri bulunmamaktadır. Suriye’deki nüfusları %10-15 arasında ifade edilmektedir. Savaş öncesi nüfusu temel alırsak 23 milyondan en fazla 3 milyon nüfusa sahipler. Suriye’de en büyük mezhep ehlisünnettir. İkinci sırada Arap Alevileri sonra Hristiyanlar, Dürziler şeklinde devam eder. Lübnan’da 60 bin civarında nüfusa sahipler. Türkiye’de Antakya/Hatay, Adana ve Mersin illerinde Suriye’deki nüfus kadar tahmin ediliyor. İş koşulları nedeniyle İstanbul gibi büyük illere iç göç olarak yerleşen ciddi bir nüfusa sahipler.
Latin Amerika’da yaşayan Alevilerin nüfusları hakkında söylemler dışında ciddi, resmi bir bilgiye sahip değiliz. 1800’lü yılların ortalarında başlayan, Osmanlı’nın artan baskılarından kaçarak Arjantin, Brezilya, Venezüella, Şili ve diğer Latin ülkelerine farklı oranda dağılmışlardır. Orda kurulan Alevi derneklerinin verdiği bilgiler ışığında 1 milyon Arap Alevisinin yaşadığı söylenmektedir. Derlediğimiz rakamlar doğrultusunda Dünyadaki toplam genel nüfusları 7-8 milyon civarındadır.
Avrupa kıtasının tüm ülkelerinde genelde ekonomik ve cüzi anlamda politik göç sonucu yaşamaktalar. Almanya’da 80 bin nüfus ülkenin farklı bölgelerinde yaşamaktadır. Diğer Avrupa ülkelerindeki nüfus konusunda resmi bir veri yok. En büyük nüfus Almanya azalarak Hollanda, Fransa, Avusturya ve diğerlerini saymak mümkün.
Osmanlı’nın son dönemlerinde artan ekonomik ve askeri kayıpların telafisi için Rafızi, İslam dışı kabul ettikleri Arap Alevilerini Hanefi Sünni İslam’a entegre etmek için padişah II. Abdulhamid tarafından özel çaba sarf edilmiştir. Hatta devlet hazinesinde para sıkıntısından dolayı kendi cebinden para ödeyerek asimilasyona destek vermiştir.
Alevi dağlarını mesken edinmiş olan halk vergi ödemiyor ve askeri görevlere katılmıyordu. Ehli kitap ve İslam dışı görüldükleri için uzun dönem Osmanlı nüfusuna tabi sayılmıyorlardı. Böylece mülkiyete sahip olma hakları da yoktu. Topraklarını Sünni Müslümanlara ya da Hristiyanlara rehin bırakarak ancak üretim yapma şanslarına sahip oluyorlardı. Devlet farkına vardığı zaman topraklar ve ürünler müsadere ediliyordu. Aleviler cezalandırılıyor kimi köyler tümden yok ediliyordu. Hayatta kalanlar ve kaçanlar genelde Alevi dağlarına kardeşlerine sığınıyorlardı.
Alevilerden vergi ve asker elde etmek için II. Abdülhamid yoğun bir çaba sarfetti. Yavuz Sultan Selim’in, Halep soykırımından sonra başlarına gelen en büyük felaketti. Baskılara dayanamayan ve asimilasyonu kabul etmeyen Aleviler, Osmanlının eli uzanamayacağı Dünyanın öbür ucuna hiç tanımadıkları uzak diyarlara göç ediyorlardı. Kimi aileler çocuklarını bir daha görme şanslarının olmayacağını bilerek uzun ve tehlikeli yollara düşmelerini, askere göndermeye tercih ediyorlardı.
Suriye’de Baba Esat 1971’de iktidara gelinceye kadar dağlarda yoksulluk içinde yaşayan, çiftçilik, hizmetçilik işlerinde çalışan horlanan varlığı kabul görülmeyen, şehirlere indiğinde ve Alevi olduğu belli olunca meydan dayağı yiyen, toplumdan ve sosyal yaşamdan uzak tutulan konumdaydılar. Esat eğitimi, sağlık ve toprak hakkını kamulaştırınca Aleviler eğitime büyük önem verdiler. Yüksek tahsil görmeyenler askere katıldılar. Halep, Sultan Selim katliamından sonra tarihte ilk kez eşit fırsatlara sahip normal vatandaş statüsü kazandılar.
EHL-İ BEYT ÖĞRETİSİNİN TAŞIYICILARI
Muhammed bin Nusayr kendisi ve takipçileri Cümbülani, Hasibi, Al Tabarani ve Makzun Sincari ve sonrası hepsi 12 imama tabiler ve bu öğretinin aynı zamanda daileridirler. İslami yorumları mezhepler içerisinde farklı tepki ve tartışmalara neden olsa dahi, gözden kaçan nokta Ehl-i Beyt öğretisinin bu dailer tarafından şimdiki Arap Alevisi dediğimiz halka taşımışlardır. Aynı halk İslam öncesi binlerce yıl Irak, Suriye topraklarında mevcuttu. Nuseyr dönemi akidesel olarak yedinci kubbeye denk gelir. Yani bunun öncesi diğer anlamda İslam öncesi altı zaman dilimi ve altı kubbe felsefe ve birikim var anlamına geliyor.
Tarihteki tüm birikimlerini Ehlibeyt ve Hz Ali manasında somutlaştırdılar. Ayrıntıya girmeden Aristo Tales, Platon, Zulkarneyn geçmişteki zaman dilimlerinden bugüne kadar devam eden kutsal değerler arsındadır. Bu akideye düşman olanların, Arap Alevilerinin salt Muhammed bin Nusayr’den algıladıkları tarzdan ibaret olmadıklarını ifade etmek için kabuğun kabuğu olan basit noktalara değinmekle yetinelim.
Akideleri dışında etnik yapıları hakkında en az inançları kadar spekülatif söylemler mevcut. Tüm söylemler gerçeği yansıtmaktan ve ispattan uzak duruyor. Yemen’den ya da genel ifadeyle Arap Yarım Adasından (Cezirat ul-Arabiye) geldiklerine ilişkin tek bir delil yoktur. Aile şecerelerinin özgün Arap aşiretlerine bağlanması siyasi ve ekonomik ranta bağlıdır.
Emeviler hükümlerini Suriye’de kurduktan sonra Arap ve Müslüman olmayan Suriye toplulukları cebren hem İslamlaştı hem de Araplaştı. Dışında kalanlar baskıları sonucu ya yok oldu ya da Arap Alevileri gibi gizlendi, dağlara sığındı. Suriye halkı Emeviler öncesi Sümer’i, Asuri, Keldani, Suryani, Arami… Hristiyan olan ve olmayan kozmopolitik yapıya sahipti. Arap yarım adasından gelen Arap Aşiretleri tüm diğer ülkelerde olduğu gibi diğer topluluklara karışmamışlardır. Suriye’nin tüm coğrafyasında tek tek bilinirler ve çoğu bugün Suudi Arabistan yanlısı tutum almışlardır. Yani Arap Alevileri dediğimiz tarihi Suriye halklarına ait topluluklardan oluşuyor. Dilleri arapçalaşmıştır. Diğer anlamda musteğreb (araplaşmış) topluluklardandır. İslam öncesi felsefe ve bayramlarına baktığımızda Arap yarım adasına ilişkin bir tek bağlantı yoktur. Felsefe ve inanç evrimi incelendiğinde Bilad ul- Nahreyn (mezopotamya) coğrafyasına ait oldukları rahat bir şekilde anlaşılır.
Diğer Alevi toplulukları da nüans farklılıklarına rağmen hepsi bu coğrafyanın tarihi ve felsefesine bağlıdırlar. Aynı meşrebin evlatları ve inanç kardeşliği taşırlar. Birisi ceminde saz kullanır diğeri kullanmaz, batinilikte kimileri yüzeyseldir, kimileri için batinilik daha derindir gibi yüzeysel farklar dışında coğrafik ve kültürel basit öznellikleri tespit etmek mümkün.
Sözü gelmişken Türkiye’ye mahsus olan Alevilik İslam dışıdır, tartışmasına Arap Alevileri girmemiştir. Tüm gruplaşmalara rağmen, bütün olarak Ehl-i Beyt’e tabi oldukları konusunda hemfikirdirler.
Arap Alevilerini inanç bazında temsilcileri Şeyh’lerdir (Anadolu Alevilerinde dede makamıdır). Şeyhler geçmişin tüm kaos, zorluk ve katliamlarına rağmen toplumu bugüne taşımakta öncü rol üstlenmişlerdir. Katliamlar sonrası inancın ve kültürün nesillere aktarılması yazılı olmayan tarihin tilmiz (öğrenci), öğretmen ilişkisi çerçevesinde sözlü aktarımının görevini taşımışlardır. Göç eden cemaatin uzak diyarlarda köklerine ilişkin bilgi, bilinç yetersiz olsa da bu şekilde yeni nesillere aktarıldı.
Grubun içinde ve grup mensupları arasındaki iletişimde içte tevil, başkalarıyla olan ilişkilerde de dışta takiye uygulayarak, bir Nusayrinin, resmi olarak, Kur’an’a ve Sünnete harfiyen riayet eden bir Sünni ya da sıradan bir Şii gibi görünmelidir. Bu yüzden yapılan tasnifler ve ifade edilen görüşlerde bu dinî inancın etkisi göz ardı edilmemelidir. Bu yüzden Suriye olaylarının siyasal boyutlarını nazara verilirken yapılan mezhepsel vurgularda gruba ilişkin ötekileştirmelere fırsat vermemek gerekmektedir.
