Cuma, Nisan 19, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıTurunç :" Gündemi Veya Günceli Yazmak"   

Turunç :” Gündemi Veya Günceli Yazmak”   

Prof.Dr.Garip Turunç Yazdı

Gündemi Veya Günceli Yazmak

Sözün ve yazının en büyük kaynağı güncel olandır. Söz, sadece hızlı yayılmaz kolay da tüketilir. İnsan iletişiminde ilk adım hep sözdür. Son sözü ise yazı söyler. Fransız yazarı Marguerite Duras doğruyu söylüyor: “İnsan içinde bir yabancı barındırır, yazmak işte o yabancıya ulaşmaktır.”

 

Bilhassa (benim gibi) sürekli yazıyorsanız güncelin yönlendirmesi, basıncı hatta tehdidi altında hissedersiniz. Olaylar durmaksızın olup bitmekte, konular hızla yer değiştirmekte, bugün önemli gözüken ertesi gün bayatlamakta, tam söz yazı olarak mayalanıp akma aşamasına varmışken bambaşka bir rüzgar esip her şeyi tarumar edivermektedir. Güncel tarafından kemirilen bir çağın içine düşmek başlı başına bir mesele belki ama, dilin yazı olarak mayalanması, kendisini geleceğe aktarabilmesi demek.

 

Öte yandan güncel heyecanlarımızla da dolu. Bu durumun çekici yanları da var ama yaşamanın yakın mesafesinde kendi nefesimizi bile duyamaz hale geliyoruz bazen. Oysa kalbimiz biteviye ve yüksek sesle durmaksızın atmakta. Bir nefes sesimizin bir kalp atışımızın olduğunun idrakine varıp da içimizi geri aldığımızda başlıyor sanki yazı. Böylece güncelin, olup biten her şeyin yazıya, yazı olmak için döndüğünü görebiliyoruz. Söz ilk tanı olarak bir işe yarıyor. Yazı ise tanıyı ilerletip onu kavramsallaştırıyor.

 

Yıllardır yazdıklarımın ne kadar okunduğunu, müspet ya da menfi açıdan binlerce kilometre uzaktaki ülkemin toplum katında ne kadar karşılık bulduğunu bilmesem de sürekli okumak ve yazmak gerektiği kanısındayım. Zira, yazı dediğimiz çoğu kez yara kabuğudur. Ama yazının şifasında gene de iyi gelen bir şey vardır. Yalnızca insanlar büyür, yaralar büyümez, yaralar çocuk kalır. Böylece hayattan yazı, yazıdan hayat yapılır… Yazmaktan kastımsa okunması yaşanmasından daha güzel olan bir hayattır, bu hayat yazmak demektir. Sonuçta itiraflarımız yalnızca sizi ilgilendirir, yazınız ise herkesi…

Kelimelerle Bir Dünya Oluşturmak

 

Dilbilim üzerine de yazılar yazmış ve modern üniversite sistemine adını vermiş olan Alman filozof Humboldt’un araştırmalarına göre her insan kullandığı kelimelerle bir dünya oluşturur: Bir dünya vizyonu oluşur. Bu vizyon içinde daha yüksek seviyede düşünenler ve düşüncelerini daha kısıtlı tutanlar arasında sınıfsal farklar veya sınıf fraksiyonu ayrımları oluşmaya başlar.

 

Yazılarımı uzun zamandır izleyen kadim bir dost arkadaşım bir zamanlar beni yeterince batılı olmamakla suçlardı, iyi niyetle telkin ederdi. Gerçekten Kartezyen rasyonalist miyim, Plato’nun ve Antik Roma heykellerinin rasyonalizmle alakası nedir, hep Paris-Berkeley-Londra dünyasında mı yaşıyorum, tereddüde düşüp buradaki yakın çevtemdeki arkadaşlara sordum, kimse doğru dürüst bir cevap veremedi.

 

Aslında Muhayyil dostumuzun vehmettiğinden daha basit biriyim galiba. Evet, aldığım/verdiğim eğitim Batı eğitimi olduğundan, ve benim sorduğum sorulara en bol ve bereketli cevaplar o cihetten geldiğinden, Batı hayranı olduğum izlenimi çıkıyor olabilir ortaya. Oysa içinden geldiğim klasik Şark medeniyeti hakkındaki bilgim ve duyarlığım da, Batı tarafım kadar olmasa da, sanırım bugünkü Türkiye’de herhangi birinden eksik değildir. Gördüğünüz gibi bazen bu konularda sesli düşündüklerimi de sizinle paylaşıyorum.

 

Paylaşım da sevgi ögesinden oluşan bir temas hali sanıyorum. Kelimelerle yazınca ağırlığından uzaklaşıyor gibi. Türkiye’nin önde gelen Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi uzmanı rahmetli Prof. Vecdi Aral’ın anlatımıyla, başkalarına yönelmeyi anlatan sevgi ağırlığın “ben” üzerinden alınıp “sen” üzerine taşınması.

 

“BİR UĞURSUZ DÖNEM”DEYİZ

 

Açlık, yoksulluk, yolsuzluk, hukuksuzluk, işsizlik, kayıp silahlar, “terör eğitimi veren”/“Mehdi’ye hazırlanan silahlı

SADAT paramiliter örgütlenmeleri, Sedat Peker mafya örgütleri, Sezgin Baran Korkmaz para karantanları, derin devlet yapılanmaları, korku iklimi, ırkçılık, yasaklar, sansür, kadın cinayetleri, çocuk tecavüzleri, işkence, yaşam tarzı müdahaleleri, işçi ölümleri, sığınmacı krizi vs topyekûn bir çürümüşlüğün yartıldığı hâli; düşünme, fikir ve fikrin ifadesinin varolduğu bir boşluğun en uygun zamanlardan geçtiğimiz söylenemez ama Sart’ın (varoluşçuluk) ögretisi bilhassa böyle zamanlar için mana ve ehemniyet arzeder. Siyasetin, bürokrasinin, iş dünyasının, sivil örgütlerin ve en başta da toplumun zenginleşmesi için başka da yol yoktur. Tartışmak, araştırmak, yazmak, konuşmak, karşıdakini anlamak, anlatmak zaman kaybı değildir.

 

Mehmet Akif’in bu hâli tasvir eden 1913 tarihli şiirin iki mısrası şöyle:  Hâlimiz bir inhilâl etmiş vücûdun hâlidir: Rûh-i izmihlâlimiz ahlâkın izmihlâlidir.

 

Hâlimiz, çözülmüş- dağılmış bir vücudun hâlidir:/ Çöküşümüzün ruhu, ahlâkın çöküşüdür.

 

Evet, Tevfik Fikret’in dediği “Bir uğursuz dönem”deyiz. Sis sarmış ufuklarımızı. Öyleyse ona kulak verelim:

 

“İnsan aklıdır eninde sonunda/ gerçeği bulacak olan.”

 

Bunaltı, kötümserlik, umutsuzluk, öznellik gibi varoluşçuluğa özgü belli başlı temalar genelde boş vermişliği ve hareketsizliği çağrıştırır gibi görülür. Ama görünen köy bal gibi kılavuz ister. Köyü sadece görerek tanımak istiyorsanız zaten boş verip hareketsizliği yeğlemişsinizdir. Ama köye adım atıp orada yaşamayı seçerseniz hiçbir şeyin görüldüğü gibi olmadığını fark edersiniz. Fark etmek istiyor musunuz? Yoksa fark etmeden yaşamayı mı yeğliyorsunuz? Seçim sizin.

 

Fark edip yaşadığınızda söylemek istediğiniz sözleri yazıya dönüştürürken size yol gösteren bir yol haritanız var. Harita “anlamak, yorumlamak yeterli değildir asıl olan onu değiştirmektir” diyor. Bir şey daha söylüyor pusula; “insan bu gelişmenin nesnesi değil öznesi, aktörü olabilir, yabancılaşma denilen ayak bağından kurtulabilir.”  Burada “İnsanın toplumsal ve kişisel durumunu değiştirmek isteyenlerin yanındayız” diyen Jean Paul Sartre’ın yabancılaşma kavramı üzerinde şu şöylemi’ni hatırlayalım:

 

“Günümüzde, insanlardan çok nesnelerin sesi duyulmaktadır. İnsan şeylerin arasında sıkışıp kalmış ŞEY olarak yaşamına devam etmektedir. İnsan kendi amacını unutmuş, araçların amaçları arasında sıkışıp kalmış bir varlıktır. İnsanın sahip olduğu değerlerin içleri boşaltılmıştır. Günümüzde amaç-araç ilişkisi, karıştırılmaktadır. İnsanın başarıları, onu ortaya koyan insan kavramı unutularak ele alınmaktadır. Sorumluluk kavramı nesneye yüklenemez, insana aittir. Ana amaç ekonomi veya teknoloji değil, insanın kendisi olmalıdır. İnsanın benliğinden uzaklaşması, onun yabancılaşmasıdır.”

 

“Varlık ve Hiçlik” felsefesini ilk kez ortaya koyan Jean-Paul Sartre, her çağda yazarın/çizerin sorumluluğundan söz ederken “adını koymanın” gücünden de söz eder. Bu bir mesuliyettir. Çağın hakikatlerini görmek, şahit olduğunu anlatmak, adını koymak bir güçtür, bir sorumluluktur.

 

KURŞUNKALEM TUTKUMUZ

 

Nobel Edebiyat Ödüllü ABD’li yazar John Steinbeck’in “Mektuplarda Bir Yaşam”ı (Sel Yayımcılık, 2018), edindiğim geçen yılın son kitabının önsözünde, çekingen biri olduğu için telefonla konuşmayı beceremediğinden söz ediliyor. Sabah uyanır uyanmaz mektup yazmaya koyuluyor; dünyanın geçirdiği değişim, savaşlar ve politik gelişmeler karşısında takındığı tutumu, tüm ilişki içinde olduğu insanlara iştahla yazıyor.

 

Kurşunkalem tutkumuz benzer Steinbeck’le. Kalemlerinin ucunu yontarak güne başlaması sevimli alışkanlık… Ben de, yıllar önce memlekette geçirdiğim tatil sürecinde kendime büyük bir açacak aldım. Kolu çevirmeyi, kalemin ucundan düşen parçaları izlemeyi ve sonunda sivrilmiş uçla karşılaşmayı seviyorum.

 

Yazmanın benim için en cazip yönünün bu olduğunu düşünüyorum. Hayatın akışına bakıyorum. Anayurdumda olup bitenleri binlerce kilometre uzaktan (Fransa’dan) kaygıyla izliyorum. Kötülük, insanların şaşırma ve hayret etme duygularının yok edecek kadar, inanılmaz bir hızla yol alırken tek direnç noktası olan “Artık, bundan daha beteri olmaz” duygusu içinde, memleketimin insanlarına çıkan ağır faturası karşısında sınırsız bir acı duyuyorum. Halkıma, yurduma, tarihe ve dünyaya borçluk duygusu içinde, biraz olsun rahatlatabilmek ve ülkemin çılgın gidişatını belki biraz frenleyebilmek umuduyla bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Bunu yaparken de Amerika roman yazarı, şair ve senarist Paul Auster’in şu sözünü hep anımsıyorum:

 

“İş işten geçmeden konuş şimdi. Ve söyleyecek hiçbir şey kalmayıncaya kadar da konuşabilme umudunu taşı.”

Evet, iş işten geçmeden konuşmak/yazmak gerekiyor. Bu günlerde belki de ülkemizdeki yazar, aydın ve bilim insanlarının ihtiyacı olan ilk şey, İspanya iç savaşı sırasında Salamanca Üniversitesi’nin rektörü Miguel de Unamuno’nun şu söyledikleridir:

“Bazı durumlar vardır ki, orada susmak, yalan söylemektir. Zira sükût, ikrar olarak yorumlanabilir. Bugüne kadar içimde daima birbiri ile tutarlı bir uyum içinde yaşayagelen sözüm ile vicdanım arasında bir boşanmaya asla izin veremem.” 

Sonuçta, günler gelip geçti ve günler yine gelip geçecek. Sözler konuşuldu ve yine sözler konuşulup gidilecek. İnsandan geriye kalan ise konuştuklarını ne ölçüde yazıya dönüştürdüğü. Geçmişe dönüp bakıldığında yazıdan çıkan söz hep daha güçlü ve anlamlıysa, bu insansı yücelik az şey sayılmaz değil mi?

 

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER