Geçmiş yönetimler ‘bir Türkiye’ yaratmak için izledikleri politika ‘iki Türkiye’yi tahkim etti.. Şimdiki AKP yönetimin de ‘bir Türkiye’ yaratma girişimi benzer netice veriyor.. ‘İki Türkiye’yi tahkim ediyor.. Türklerin ve Kürtlerin Türkiye’sine, gün geçtikçe başka bir bölünmüşlük ortaya çıkıyor: Laik, demokratik bir toplumda yaşayamayacağına inanan muhafazakâr siyasal İslam’ın Türkiye’si ve seküler laik bir ülkede yaşamak isteyenlerin Türkiye’si. Çünkü bu ülkede bir Türkiye öbür Türkiye’den korkuyor.
Muhafazakâr siyasal İslam’ın Türkiye’sinde korku, kendini türlü sayıklamalarla dışa vuran bir paranoya düzeyinde seyrediyor. Gazeteciler, muhalifler, düşünürler, doğruyu söyleyenler yıllardır bu yüzden tutuklu, bugün onları bu korku suçluyor. Bu Türkiye, hem laik demokratik taleplerden, adalet isteyenlerden korkuyor, hem de tüm dünyanın kendilerine karşı bir komplo kuruyor olmasından. Kurtulmak için çabaladıkça korkuları daha da artıyor. Korktukça, kine, dine daha çok sarılıyor, daha hızlı silahlanıyor…
Seküler laik demokratik bir ülkede yaşamak isteyenler, hem yaşam dünyalarının yıkılmasından korkuyorlar, hem de karşı tarafın paranoyasının dozu gittikçe artan bir fiziki ve simgesel şiddet dalgası üreterek yükselmesinin sonuçlarından… Haksız da değiller. Meslektaş arkadaşım Prof. İbrahim Kaboğlu yazmıştı: “Unutmayalım: ‘Yıkıldı’ dedikleri, ‘insan haklarına dayanan demokratik ve laik hukuk devleti’; “Kuruyoruz” dedikleri ise, ‘cihat/çok hukuklu sistem ve şeriat’ üçlüsünde somutlaşan, ‘tarikat/cemaat ve mezhep’ eksenli devlet.“
Seküler laik, demokratik Türkiye kimi zaman bir direniş refleksi gösterse bile, bu çoğu zaman direnişin momentumunu koruyamıyor; birden duraklıyor, adeta karanlık bir gecede bir traktörün farlarının ışığında donup kalan tavşanlar gibi… Bu Türkiye’nin hastalığı, AKP’nin özgünlüğünü kavrayamamak, ortak çıkarlarını görememek, bir türlü aşılamayan parçalanmışlık.
Öbür Türkiye’nin hastalığını, akut bir “narsisizm” olarak tanımlayabiliriz: Aşırı bir kendini beğenmişlik, önemini abartma, aynı anda derin bir beğenilme gereksinimi (açlığı), “ötekine” karşı empati yokluğu. Bu hastalıkta, aşırı özgüven maskesinin arkasında, en ufak bir eleştiriye dayanamayan çok zayıf bir özsaygı, gücüne hatta değerine ilişkin derin bir kuşku saklanır.
Bu durum sürdürülebilir bir durum değil. Unutmıyalım; konuşulması gereken zamanda susturan korku, bir toplum için en büyük hastalıktır. Tarif edilemez bir acizliktir. Konuşması gerekenlerin susması, susarak vicdanına ve kalbine bakamadan hayatına devam etmesi bir ülkenin en büyük yenilgisidir. Ortak iyinin, birlikte ortak duygulara sahip olma zenginliğinin ve herkesin tek tek bütün toplumun faydasına saygı gösterme kuralının çöküşü demektir.
Türkiye’yi yöneten kadroların artık “normalleşme” sözünü telaffuz etmeye başlaması lazım. Bu milletin makul çoğunluğu bölünmüş/kutuplaşmış iki ayrı Türkiye yerine farklılıkları zenginlik gören bir Türkiye için uzlaşmaya hazır. İhtiyacımız eşitliği, adaleti, özgürlüğü ve barışı sağlayacak güçlü bir demokrasi, “çoğulculuk” temelli bir toplum, asırlık çatışma ekseninin tedricen önemini kaybetmesi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye Yüzyılı” sunumunda, -o bir “vizyon belgesi” ise ve vizyon dediğimiz şey, ulaşılmak istenen bir ufku ifade ediyorsa- kendisinin en belirleyici olduğu son 20 yılda ulaşılamayan bir Cumhuriyet çerçevesini seslendirmiştir. Şöyle demiştir:
“Gelin, Türkiye Yüzyılını yeni bir milli mutabakat zemini haline dönüştürelim. Gelin, Türkiye Yüzyılında demokrasimizi, katılımcı demokratik bir Cumhuriyet kimliğiyle taçlandıralım. Gelin, Türkiye Yüzyılında ülkemizi, bir asırdır enerjimizi yiyip tüketen her türlü taassuptan arındırıp, siyasetin eksenini emek ve eser üzerine yeniden kuralım. Gelin, Türkiye Yüzyılında ülkemizdeki özgürlüklerin çerçevesini, pozitif özgürlük anlayışıyla tekrar çizelim.
Gelin, Türkiye Yüzyılını yeni bir milli mutabakat zemini haline dönüştürelim. Gelin, Türkiye Yüzyılında demokrasimizi, katılımcı demokratik bir Cumhuriyet kimliğiyle taçlandıralım. Gelin, Türkiye Yüzyılı’nda erdem ve adalet devletini zirveye çıkartalım.
Türkiye Yüzyılı kimlik siyaseti yerine birlik siyaseti, kutuplaştırma siyaseti yerine bütünleştirme siyasetini, inkar siyaseti yerine kucaklama siyasetini, tahakküm siyaseti yerine özgürlük siyasetini ikame etmenin adıdır. Köken ve inanç başta olmak üzere ayrım gözetmeksizin her bireyin hakkını teminat altına alacak düzenlemeleri daha da etkinleştireceğiz.”
Kim böyle bir Türkiye istemez ki… Erdoğan çok açık ve net ifadelerle ‘katılımcı demokrasi’, özgürlük vaat ediyor ve her türlü taassuptan kurtulmak gerektiğinin altını çiziyor.

Ama ne yazık ki bugün demokrasinin de özgürlüklerin de çok uzağındayız. Daha da vahim olanı, bugün özgür ve demokratik bir Türkiye hayali kurmak bile çok mümkün gözükmüyor, çünkü demokrasi ve ‘hukukun üstünlüğü’ ilkeleriyle yola çıkan AK Parti o eski AK Parti değil artık…
İşte tam da bu yüzden “Türkiye Yüzyılı” manifestosunda bir eksiklik var, o da inandırıcılık…
Bu gerçekliğin fark edilmesi, bir asırdır “dönüştürerek,” “marjinalleştirerek” ve “toplumsallaştırarak” yaratamadığımız “Bir Türkiye” hedefine ulaşabilme konusunda ilk, ama en önemli adımın atılmasını sağlayacaktır.
