Cumartesi, Aralık 6, 2025
No menu items!
Ana Sayfaİskenderun HaberProf:Dr Garip Turunc 'un Kaleminden :YÜZYILARDIR KAPIDA BEKLETİLEN DEMOKRASİ

Prof:Dr Garip Turunc ‘un Kaleminden :YÜZYILARDIR KAPIDA BEKLETİLEN DEMOKRASİ

 

YÜZYILARDIR KAPIDA BEKLETİLEN DEMOKRASİ

Prof:Dr Garip Turunc Yazdı

Demokrasi köken itibariyle Yunanca bir kelimedir. Demokrasi kelimesi iki kelimenin birleşmesinden meydana gelir. Dimokratia yani yardım, bilgi anlamına gelen sözcük ve kratos yani halk, halk zümresi ve ahali anlamını taşıyan iki kelimenin birleşmesinden demokrasi kelimesi türetilmiştir.

Demokrasi dilimize Fransızca versiyonu olan “democratie” kelimesinden geçmiş, bir yönetim biçimidir. Demokratik yönetim biçiminde esas olan halkın kendi kendini yönetmesidir. Demokrasinin oluşmasını sağlayan, demokrasinin gelişmesini amaçlayan erkler vardır.

Demokrasilerde güç hiçbir kimsenin ya da grubun tekelinde, sınırsız ve denetimsiz olamaz.

Devlet iktidarı merkezde güçlenerek yetkileri biriktirmiş ve merkezi iktidarı dengeleyecek erkler oluşmamışsa orada demokrasi kapıda bekliyor demektir.

“Devlet, işte o benim” (L’etat, c’est moi) sözü Güneş Kral diye bilinen ve 1643 yılında 5 yaşında tahta çıkarılıp, 1715’e kadar tahtta kalan, Fransa Kralı XIV’cü Louis’ye ait. Mutlakiyetçi Kral, bu süreçte merkezileşmeyi ve bürokratikleştirmeyi arttırdı, yönetimi kişisel olarak kullandı. Merkezileşmiş Fransız monarşisi, merkantilizm uygulamasıyla yayılarak Avrupa’yı etkiledi. Ancak Fransa gerilimlere ve çatışmalara gebeydi. Oysa gelişen katılımcılıklarıyla ve uzlaşı kültürleriyle İngilizler daha istikrarlı bir sistem kurdular. 1215’de İngiliz baronları (feodalleri) Londra’da Magna Carta Libertatum ile Kral Yurtsuz Jean’ın yetkilerini sınırlıyorlardı.

Zaman içinde burjuvaların 17’ci yüzyıla ait çeşitli bildiri ve belgelerle hukuk güvenliği ve müşterek hukuk (common law) oluşturarak bu çizgiyi sürdürmeleri monarşi etrafında demokratik bir gelişmenin kapılarını açarken, Osmanlı İmparatorluğu 1808’de Sened-i İttifak ile tökezliyordu.

OSMANLIDA SARAY’DA İKTİDARIN MUTLAKLAŞTIRILMASI

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki mutlakiyetçilik ise sınırlanamadı, sınırlanmaya kalkıldığında da kısa sürede bertaraf edildi. 1808’de Alemdar Mustafa Paşa’nın zorlamasıyla oluşturulan,aslında daha çok ayana yükümlülükler getirip, Padişahı yemin dışı bırakan Sened-i İttifak’ı II.Mahmut hiç uygulamamış, kendisini sınırlayacak yerel güçleri de tasfiye ederek merkezde iktidarı mutlaklaştırmıştı.

Sened-i İttifak’ın yükünden kurtulan ve feodal ve askeri güçlerin oluşturduğu engelleri ortadan kaldıran II.Mahmut, rakipsiz ve sınırsız bir güce ulaşmış, onu dengeleyecek bir erk ve kurum kalmamıştı. Devlet ve merkez güçlendirilirken, merkezi güçler arasında (Saray, sadrazam, ordu, ulema ) iktidarın belirleyicisi olarak Saray öne çıkıyordu. II.Mahmut, sınırsız gücüyle merkezi güçlendiren, modernleşme anlamına gelen reformları gerçekleştiriyordu. 19’uncu yüzyılın başına kadar padişahın yetkileri yeniçeri ve ulema tarafından sınırlanırken, II.Mahmut ile birlikte merkezin güçlenmesi ve iktidarın şahsileşmesi sürecine geçiliyordu.

1839-1876 sürecinde de Tanzimat ile birlikte oluşan bürokrasi, padişahın yetkilerini sınırlamaya başlıyordu. Ancak II.Abdülhamit, Tanzimat’ın bu yükselen siyasi gücünü hizaya sokarken, iktidarının karşısında onu dengeleyecek hiçbir unsur bırakmadı. Meclisin (Heyet-i Ayan ), Rus Savaşı sırasındaki askeri başarısızlığı ve  yolsuzluk iddialarını sorgulamasını tehlike olarak görüp, parlamentoyu tatil etti, Tanzimat ile oluşmuş bürokrasiyi kontrolü altına alıp kadir-i mutlak bir egemen olarak hüküm sürmeye başladı. Yıldız Sarayı’nda nazırları devreden çıkararak taşra ile bu dönemde sayıları 5’ten 28’e ulaşacak mabeyin katipleri aracılığıyla doğrudan iletişim kurarken, hem merkezi daraltarak güçlendiriyor hem de iktidarı şahsileştiriyordu. II.Abdülhamit de tek adam olarak İmparatorluğu modern bir devlet ve büyük bir İslam gücü haline getirme düşünü taşıyordu. II.Meşrutiyet mutlak gücü sınırlarken ülke yalancı bir bahar havasına giriyordu. Nitekim kısa bir süre sonra İttihat ve Terakki iktidarı bir darbeyle elde edecek ve merkezde belirleyici tek güç haline gelecekti.

CUMHURİYET’İN KURULUŞU İLE REJİMİN DEVLETÇİ-MERKEZİYETÇİ-OTORİTER EKSENE OTURTULMASI

Mutlakiyetçi siyasi kültür, Milli Mücadele’de yerel unsurlarla demokratik temsil yoluyla yapılan ittifakla aşılırken, adem-i merkeziyetçi bir temele oturan 1921 Anayasası ile merkezin yetkilerinin bir bölümü taşraya devrediliyordu. Ancak 1924 Anayasası ile birlikte merkezin yerelle yetki paylaşımından vazgeçildi. Mustafa Kemal, yapılacak devrimlerle toplumu tepeden modernleştirerek Batı Medeniyeti’ne ulaştırma düşüyle rejimi devletçi-merkeziyetçi-otoriter bir eksene oturtuyor, merkezde rakipsiz ve sınırlanamayan bir güç olarak iktidarı mutlaklaştırıyor ve şahsileştiriyordu.

Cumhuriyet döneminde laikliğin ‘bilimsel’ bir yaklaşım olarak görülmesi de, Türklüğün tarihini ‘bilim’e dayama çabaları da hep modernlik adına yapılmış ve devletçiliği dokunulmaz hale getirdi. Ne var ki bu anlayış Batıdakinin tam aksi yönde gidilmesini, kamusal alanın daralmasını, devlete biat eden, ne söyleyeceğini nasıl davranacağını devletten öğrenen bir ‘vatandaş’ın yaratılmasını ifade etti. Söz konusu ideolojik tavrın doğal sonucu devletçilik adı altında elitizmin siyasete egemen olmasıydı. Bu süreç’in devamı mümkün gözükmiyordu; “Yeni Dünya Düzeni” Türkiye’yi daha çoğulcu bir sisteme zorluyordu ve CHP’nin yönetimde kalması garanti değildi. Çok partili sisteme dayanan ‘demokrasi’ rejimine geçilmesi gerekiyordu.

 

Türk siyasetinin liberalleşmesini öngören “Dörtlü Takrir” (Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü’nün CHP’den ayrılıp Demokrat Parti’yi kurmalarını tetikleyen önerge) bu yeni “Restorasyon”‘nın harcını oluşturdu. Mustafa Kemal-İsmet İnönü çizgisinin kurumsallaşması ve siyaset üstü konumunun sabitleşmesi gerekiyordu. Ordu bu işleve sahiplendi; böylece bir askeri vesayet rejimine geçildi… Çok partili sisteme dayanan ‘demokrasi’ rejimin dış yüzüydü sadece… Rejim, bütün önemli konularda askeri vesayetin tahakkümü altındaydı. Dolayısıyla, 1950 sonrası Türk modernleşmesi, her nekadar Tanzimat sonrası “Osmanlı modernliği”‘ne benzersede, çoğulculuk ortamında sahneye konulmuş yasakçı/baskıcı/otoriter bir modernleşme özelliklerini taşıyordu.

Kemalistler laikleşip Batılı modern yaşam tarzına geçilerek ‘ileri’ bir medeniyet seviyesine gelineceğini sanmışlardı. Sonuçta şekilsel ve yüzeysel modernlik anlayışında tıkanıp kalan, siyasi ufku olmayan ve toplumun geri kalanına ‘dokunamayan’ bir cemaat ürettiler. Muhafazakarlar da kendi değerlerine sahip çıkarak maddi değerlerin eprimesinden beslenen oportünist bir kültüre taşımaktalar.

Bu son yıllarda Tayyip Erdoğan ve ekibi referanslarını bu dinî ideolojiden almaya özen göstermekte. Dolayısıyla onların kendi eylemlerini, yaptıklarını, yapmak istediklerini bu referans çerçevesi içinde anlamlandırıp, siyaset perspektiflerini artık ‘muhafazakâr demokratlık’ değil, İslamcılık düşüncesi belirliyor ve giderek daha net bir şekilde Avrupa Birliği ve değerlerinden uzaklaşıyorlar.

 

Vaktiyle önemli bir siyasetçi “Demokrasi bir tramvaydır. İstenilen durağa varınca ineriz !”diyerek siyasal görüşünü açıklamıştı. Aradan yıllar geçti. Gidişat o…

 

DEMOKRASİ TRAVMVAYINDAN MI İNDİK ?

 

Dahası da var: Artık dini olmayanın, dahası dindar olmayanın veya dini inancını iktidar seçkinleri gibi tanımlamayan, gündelik hayatını bu şekilde düzenlemeyen herkesin, ‘bu ülkenin çocuğu’ sayılmayacağı, dışlanacağı, ‘Batı taklitçisi şebekeler’, ‘hainler’, ‘işbirlikçiler’, ‘FETÖ’cüler’, ‘içerdeki düşmanlar’ olarak tanımlanacağı, bir devrin başında olduğunu hisseden vatandaşların sayısı gün geçtikçe artmakta. İktidarın, demokratik yönetim tarzından uzaklaşarak otoriterleşmeyi kendine kılavuz edinmeye kalkışması da Türkiye’de her alanda bir geriye gidiş olduğunu bariz bir şekilde gösteriyor. Oysa yakın zamana kadar, Türkiye, geniş bir kesimde dünya için beklenmedik bir lütuf, İslam’ın demokrasi ve kapitalizmle bir arada olduğu hareketli bir örnek, bir model olarak görülüyordu.

 

İktidarın uzunca bir süre “İslamcı gömleğini çıkardığını” ve merkezine AB üyeliğini koyduğunu ilan ederek ‘muhafazakâr demokrat’ diye kendini tanımlayıp mutlak güç sahibi olma yolunda belli bir mesafe aldıktan sonra tekrar İslamcılık siyasetine soyunması, laikçi çevrelerin dindar/muhafazakâr siyaset ve siyasetçilere karşı önyargılarını doğrular bir hal alıyor. Ve, Türkiye, ne yazık ki olgunlaşmamış demokrasi ile, ABD destekli 15 Temmuz 2016 darbe girişimini “Allah’ın lütfu” olarak gören iktidar, parlamenter sistem yıkıp, yerine eşi benzeri olmayan “Türk tipi başkanlık sistemi”/ bir saray rejimi restorasyonuyla garip bir modernlik serüveninden geçmeye devam ediyor. Ve asırlardır beklediğimiz/umduğumuz demokrasi bugün 2021 yılında biraz daha karanlığa itilmiş, boynu bükük bir vaziyette kapının dışında bekletiliyor.

Neden mi?

İngiliz filozof ve iktisatçı John Stuart Mill ‘Demokratik Yönetim Üzerine Düşünceler’ kitabında şu tespitte bulunur:

“Bir halk özgür bir yönetimi tercih edebilir; ancak, tembellik, ilgisizlik, korkaklık veya kamusal ruh yoksunluğundan onu korumak için gerekli zahmetlere katlanmakta yetersiz kalabilir. Doğrudan saldırı altında olduğunda onun için savaşmazlarsa, yönetimi değiştirmeye yönelik hilelere kanarlarsa, anlık bir cesaret kırıklığından, geçici bir panikten veya bir şahsa yönelik coşkunluk nöbetinden ötürü özgürlüklerini büyük bir adamın ayakları dibine bırakmaya razı edilir veya ona kurumların altını oymasını mümkün kılacak güçler emanet ederlerse, özgürlük için pek de uygun olmadıklarını ispatlamış olurlar.”

Tam da içinde bulunduğumuz durum. Yönetimi değiştirmeye yönelik (mühürsüz oylarla) hilelere kanan, (“Atı alıp Üsküdar’a geçen”) liderini eleştiremeyen ve hem partiyi hem de ülkeyi tehlikeye düşürdüğü noktada onu sınırlayamayan ya da değiştiremeyen siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olmaktan çok demokrasinin kuyusunun kazılmasına zemin hazırlamakta.

Ve bugün, 2021 yılında çoklu, çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü nitelikleriyle barışı ve hukuk güvenliğini sağlayacağını umduğumuz demokrasi, yine “cumhurbaşkanlığı sistemi” ile, Fransa’nın XIV’cü Louis’nin “Şahsım Devleti”ine dönüşmüş bir vaziyette, kapının dışında bekletilmekte.

Sonuçta, iki asır boyunca (bir asır Osmanlıda, bir asır da Cumhuriyet döneminde), bunca acı, mağduriyet, bedel ödeme ve gelgitten sonra vardığımız nokta hep aynı; Türk başat kimliğine ve milliyetçiliğe vurgu yapan, dinin de siyaseten araçsallaştırıldığı Türk-İslam sentezi. Kutuplaşmayı arttıran bu fasit daireden çıkılmadıkça, Batı standartlarında bir demokrasiye ve hukuk güvenliğine ulaşmak ve kalıcı barışı tesis etmek imkansız gözükmekte.

‘Gerçekleşmemiş potansiyeller diyarı’ Türkiye. Kendi kendine yazık eden bir Türiye! Milan Kundera’nın vaktiyle Doğu Avrupa ülkeleri için dediği: “Tünele girmiş bir memleket.”

 

Binlerce, profesörümüz, bilim insanımız, kıdemli siyasetçimiz var.

 

Bir çıkış yolu bulmalı ve uygulamalıyız.

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER