Perşembe, Nisan 25, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıGarip Turunç Yazdı: "Antakya'mızın Güzelliği"

Garip Turunç Yazdı: “Antakya’mızın Güzelliği”

 

Antakya, bütün dinleri, kültürleri bir arada barındıran dünyanın en eski yerleşim birimlerinden bir kent. Şehre ilk yerleşenlerin Hatti topluluğu olduğu düşünülmektedir.  Seleucus krallarına (milattan önce 305-280) başkentlik yapmış (şehrin adı da Seleucus’un babası olan Antiochus’tan gelmekte), Roma çağındaki ihtişamı dillere destan olmuş, imparatorluğun üç büyük metropolünden biri olarak imparatorların gözdesi olan ve bir zamanlar; Doğunun Kraliçesi; “Tanrı Şehri”; lakablarıyla anılmış olan Antakya, bu kültür mozaiği içinde bugünlere kadar gelerek kendini kanıtlamıştır. Bu yüzden UNESCO tarafından “Barış Kenti” olarak seçilmiştir.

 

Evet Antakya’mız zengin. Sosyo-Kültürel yapısı zengin. Katolikler, Gregoryenler, Yahudiler, Sünniler, Aleviler, Nusayriler, Türkler, Araplar, Ermeniler. Bir arada yaşamanın küçük bir modeli. Türkiye mozaiğinin parçası. Dünyaya örnek olabilecek türden bir havza, bir barış vitrini.

 

Antakya’mız zengin. Ekonomisi, sanayisi değil, ama geçmişiyle, tarihi ile zengin. Habib Neccar Camii, Romalılar tarafından öldürülen ilk Hıristiyanlardan bir marangoz adına inşa edilen, daha sonra camiye çevrilen kilise. Cami olmasına rağmen, bugün hâlâ Hıristiyanların belli günlerde ayin yapmalarına olanak sağlayan cami. Ve Müslümanlaşmış Habib Neccar. Adeta Mani’nin öğretisini devam ettiren bir tarzda, Müslümanların, Musevilerin, Hrıstiyanların bayramlarını kutlayan Nusayriler.

 

Antakya’(m)ız zengin. Dilleri zengin. Burada farklı dinlerden insanlarımızın, toplumun büyük çoğunluğundan farkı, “çok dilli” konuşmaları; Arap kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarımız Arapçayı ve Türkçeyi, Ermeni kökenli vatandaşlarımız hem Ermeniceyi hem de Türkçeyi konuşuyorlar. Aralarındaki iletişimde üç ayrı referans var. Bu üç ayrı referans, onların bu topraklarda yaşayan diğerlerden daha iyi hissedebilmelerini sağlıyor. Başkası gibi bu topraklara ait dilerden sadece birini bilen birine kıyasla çok daha fazla sermayeye sahipler. Onlar Türkiye de yaşayan ve sadece Türkçeyi konuşandan daha zenginler. Ve bunun yurtsever olmaya asla engel olmadığını da gördüm, yaşadım. Oralar babaocağı memleketim, orada doğdum, oraların, toprağını, suyunu, insanını bilirim.

 

2000’li yıllarının başında, Galatasaray Üniversitesindeki görevim sürecinde, İstanbul’da sık sık görüştüğüm, hâlâ hayatta olan bir siyasetçiyle söyleşiyorduk. Konu Hatay meselesine gelince dedi ki: “Her zaman gözümüz orada olmalı, bölge Alevilerinin akrabaları öte taraftadır, bu yüzden nüfus yapısı her zaman önemlidir.”

 

Sordum; “Nasıl bir kuşkunuz var?” diye. “Bilinmez böyle işler, Suriye’nin gözü o topraklardadır” diye yanıtladı. Aslında, Türkiye’yi değil, Suriye’yi seçer yerli halk diyordu. “Beni nasıl biri olarak tanırsınız” diye sorunca da “Yurtsever birisin!” dedikten sonra, “Tüm Antakyalı öyledir. Ben de o toprağın insanıyım” dedim.

 

Herkese kefil olmak mümkün değil elbet, ancak Antakya halkı yurtsever, ilerici, demokrat, yürekten memleketine bağlıdır. Ayrıca laiktir. Dinsel, mezhepsel ilişkilerle yaşamına yön vermez. Birinin kendini kanıtlamak zorunda olması üzücü elbette! Ancak devlet yurttaşına hep kuşkuyla bakınca, yazık ki insanlar türlü sembollerle, söylemlerle hep “makbul vatandaş” olduğunu göstermeye çabalıyor.

ÇOK DİLLİ ŞAİRLERE DE YAR OLAN ANTAKYA

Dil kimliktir, aidiyettir, bilgidir, kültürdür; tüm insanlığın mirasıdır. Bir dili yok olduğunda insanlık tarihinden bir parça kapar. Dil düşünme aracıdır. İnsan olmanın koşulu düşünce olduğuna göre, insanım diyenin sorunudur. Dil, bir topluluğun arasındaki bağdır, kuşaklar arası aktarımdır. Bir dilin tarihi, o dili kullanan insanların, toplumun da tarihidir. Antakya tarihi boyunca çeşitli inançlara ev sahipliği yapan, çok dille, çok sayıda şair, bilim adamı ve sanatçı yetiştirmiş, zengin bir kültür birikimine sahiptir.

Antakya yakınında Samandağlı şair/yazar Nuri Sağaltıcı’nın, 1982 Asya-Afrika Yazarlar Birliği Ödülü sahibi olan, dünyaca ünlü Nazım Hikmet, Aziz Nesin ve Pablo Nerudaʹnın yakın dostu, hemşehirlisi Samandağ Aknehir doğumlu Suriyeli büyük şair rahmetli Süleyman-el İsa (Taş)’a adadığı “ŞAİR-ÜS SAGİR” SÜLEYMAN-EL İSA’YA KASİDE adlı şiirinde bu toprakların tarihsel, kültürel ve insani zenginliğini dile getiriyor. Bu muhteşem şiirin tümü bu köşeye sığmaz. Son iki bölümü şöyle:

“Cüzzamlı bir gizemdir Antakya Kharon’dan beri
Bir ucu cennetse şehrin boydan boya, bir ucu da cehennem.

Kimlere yar olmadı dağları Antakya’nın kimlere,
Saint Simon, Saint Pierre ve Cemil Hayek ahvalinden

Asasıyla yardı Akdeniz’i Musa bu sahilde, Samandağ’da,
İsa’nın nefesi karıştı Ali ve Muhammed’inkine birden.

Bundandır kardeşliği bu şehirde yetmiş iki milletin
Ne mazlum vardır kitabında bu güzel şehrin ne zulmeden.

Halis sevgidir Habib-ün Neccar, sokaklar daraldıkça gönlüm ferahlar
Umuttur, umuda açılır; her kapısı ayrı bir din, ayrı bir erdem

Ah şairim! Hep talihsizim ben, görüyorsun bu konuda;
Hep geç tanırım güzel insanları, ve bunun ilki değilsin sen.

Dilden dile, gönülden gönüle Asi misali
Yaşatır Antakya’n ateşli yüreğini söndürmeden

Kaç şehrin görünen yüzüdür Antakya şimdi, kaç medeniyetin
Biliriz ki ki izler var gönlünde ve güzellikler hepsinden.

İnsanlıkla beslendik, sevgiyle; kardeşçe bu toprakta
Süleyman El-İsa’lar ölmez bütün tanrılar ölmeden.”

Biz binlerce yıllık bir toplumun bugüne uzayan ve kanıtı dil olan, tarihinin mirasçısıyız. Çağdaş kültürün de ortağı olmak zorundayız. Geçmiş tarihe sahip çıkmak, Süleyman-el İsa ve Nuri Soğaltıcı gibi bu toprakların Anavatana katılımı ile ilk Cumhuriyet kuşağından olanların bilincine yazılmıştı. Bugünkü varlığımızı buna borçluyuz. Kanımca bundan sonra yapılması gereken, bilinci açık aydınların, toplumu çağdaş kültür düzeyine ulaşmaya çağırmaları ve bunun yollarını düşünmeleridir. Alkışlar Antakya’mızın bu zengillik ve hoşgörü örneğine. Antakyalılarımızla, ecdadımızla övünelim ama biraz da onlara benzemeye ve günümüzde Batılı’ların “multiculturalism” olarak bilinen bu kültürü korumaya çalışalışalım.

MULTİKULTURALİSME

Dilimize çok kültürcülük olarak çevrilen “multiculturalism” kavramı ilk kez 1957 yılında kullanılmaya başlanmış. Bunu ilk kullanan New Mexico’lu bir eğitim uzmanı olan Edward A. Medina. O, çok kültürcülüğü sonradan anlaşılacağı manada başarılı bir şekilde bir arada yaşamanın anahtarı olarak sunuyor ve çok dillilik ile birlikte kullanıyor. Yani çok dilli ve çok kültürlü bir toplumun barış içinde bir arada yaşaması için çok kültürcülük anlayışını ve uygulamalarını öneriyor.

 

Günümüzde çok kültürcülük “çok kültürlü bir toplumda farklı kültürel grupların kendilerine has aidiyetlerinin idamesi ve desteklenmesi süreci veya siyaseti” olarak tanımlanmakta. Kavramın popülerleşmesi 1970’li yıllarda başlamış. Bu konuda en önemli etken 1971 de Kanada hükümeti’nin Çok Kültürcülük Yasası’nın kabul etmiş olması. Bu yasa ile Kanada ülkedeki farklı kültürleri veya kültürel cemaatleri Kanada’nın ayrılmaz bir mirası ve büyük bir zenginliği olarak niteledi ve bunların moral olarak eşit olduklarını açıklıkla ifade etti. Sadece kültürel toplulukların kendi kimlik ve kültürel hususiyetlerini koruma hakkından bahsedilmedi, bunları muhafaza etmek ve geliştirmek görevi olduğu da vurgulandı.

 

Amerika bunun başka iyi bir örneğidir. Orada da insanlar kültürel düzeyde İtalyan, İrlandalı, Afrikalı, Hispanik gibi alt-kimlikleri koruluyor. Eşitlik ilkesi ve anayasada tanınan bireysel hak ve hürriyetler ihlal edilmediği sürece kültürel kimliklerin ve hususiyetlerin ne olduğu (dil, din, gelenek, sembol… gibi) tamamen ilgili toplulukların kararına bırakılıyor.

 

Çok kültürcülük için üzerinde durulması gereken ikinci önemli durumda, farklı kültürlerin moral eşitliğinin kabulüdür. İster etnik veya dilsel, ister dinî ya da felsefi anlamlarda tanımlansın, farklı kültürler tarih içinde bir sürü objektif ve sübjektif faktörlerin etkileşimi ile meydana gelirler. Burada bunların detaylarına girmeden kesin olarak şunu söyleyebiliriz: Herhangi bir kültür grubunun diğerine üstünlüğünü ya da önceliğini belirleyecek herkesin kabul edeceği objektif bir kıstas yoktur. Yani bir grubun ötekine üstünlük ya da öncelik durumu tamamen sübjektif bir iddiadır. O zaman çok kültürlü bir ülkede bu kültürlerin barış içinde bir arada yaşaması için bunların moral eşitliğini kabul etmek gereiyor. Örnekle somutlaştırırsak, Türkiyede Kürt olmakla Türk olmanın ya da Alevî olmakla Sünni Müslüman olmanın moral olarak eşit olduğunu kabullenmek gerekiyor. Hiçbir bir ırkınn, hiçbir dinin diğerinden üstün olmadığını, en yüce varlık olan insanı yücelten bir anlayıştır bu.

Osmanlı Devleti de Tanzimat’la birlikte buna benzer bir yol tutmuş, sınırlarında yaşayan Boşnaklar, Arnavutlar, Torbeşler, Bulgarlar, Gürcüler, Çerkezler, Türkler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Yahudiler, Araplar, Türkmenler, Aleviler, Sünniler, Yezidiler, Keldaniler, Asuriler ve daha nice etnik ve dinî unsur varlığına sahip olan her vatandaşını din ve etnisite farkı gözetmeksizin “Osmanlı” sayarak eşit kılmıştı.

OSMANLI’NIN HOŞGÖRÜ ANLAYIŞI

1.Mahmut’un günümüzde genellikle “Osmanlı’nın hoşgörü anlayışının ifadesi” olarak zikredilen “Ben tebaamın Müslüman olanını camide, Hristiyanları kilisede ve Yahudileri de havrada fark ederim. Aralarında başka bir fark yoktur” şeklindeki meşhur sözü aslında klasik millet sisteminden vazgeçme ve eşit vatandaşlık hukuku oluşturmaya yönelik bir niyet beyanıydı.

 

1839 yılında okunan Tanzimat Fermanı modern anlamda eşit vatandaşlığa dayanan bir millet oluşturma ve devlet-vatandaş ilişkisini yeni baştan düzenleme hedefine yönelikti. Fermandaki “bilâ tefrik-i cins-ü mezhep” ifadesi “din ve milliyet ayırmaksızın” demektir. Ki Osmanlı’nın kadim “milletler sistemi”nden artık vaz geçildiğinin ilanıdır. Çünkü -her ne kadar cins tefrikini reddetse de- temelde “mezhep” (din) tefrikine dayanan kadim “Milletler sistemi”ne göre Osmanlı uyruğu olan vatandaşlar (daha doğrusu “kullar”) dinî aidiyetleri itibarıyla İslam milleti, Yahudi milleti, Ortodoks milleti… diye tasnif edilen toplulukların mensubu sayılıyorlardı.

 

18 Şubat 1856’da yayımlanan Islahat Fermanı, Abdülmecid‘in Tanzimat Fermanı‘nın iradesini sınırlayan ve kişi haklarını öne çıkaran hükümlerini tekrarlıyor, ırk ve din ayrımı yapmaksızın bütün Osmanlı uyruklarının can, mal ve namus dokunulmazlığını, yasalar önünde eşitliğini, özel tasarruf haklarını güvence altına alıyordu.

 

Barış içinde bir arada yaşamak için çok kültürlülüğü sadece bir veri olarak ve bu kültürlerin moral eşitliğini soyut olarak kabul etmek de yetmiyor. Farklı kültürleri kabullenmenin ötesinde müspet bir durum olarak benimsenmesi ve bunların kendi kültürlerini, diğerlerine müdahale etmedikleri sürece, yaşamalarına yönelik pozitif bir iklim yaratması ve bunun içinde politikalar (pozitif ayrımcılık politikaları) üretmesi gerekiyor. Aslında bu üçüncü koşul ikinci koşulun, yani kültürlerin moral eşitliğinin, tabii bir sonucudur ve yukarıda zikrettiğimiz örnekte de bunu görürüz.

 

Osmanlı ecdatlarımızın bu güzel “çok kültürcülük” düşünce ve tecrübelerini olgunlaştıran süreçler Cumhuriyet tarihimizde yaşanmayınca bizdeki toplumsal yapının dilini de anlamakta zorlaşıyor.

 

Çünkü Osmanlı’nın imparatorluk dilinin yeni şartlarda yeniden üretilmesi ve Batı’nın, modernizmin, pozitivizmin, ulus-devlet ideolojisinin ithal edilmesiyle, tüm farklı kimlikleri devlet baskısıyla yok edilip toplumu adam etmek, ortak bir ulusal kimlik inşa etmek, “yeni insan” yaratmak için bitmez tükenmez bir inadın ve biat ettirme çabalarının olduğu bir coğrafyada, var olan çok kültürcülük zenginliğinin korunması da hiç kolay olmuyor.

 

Ne Doğu’ya ne de Batı’ya ait olan (yani hem Doğulu hem de Batılı olmayan) ülkemiz ve Antakyamızın toplumu belki de, belki de değil büyük oranda bir kesimi kimlik kargaşası yaşıyor. Kendini bir yere konumlandıramıyor, bir yere ait hissedemiyor. Halbuki bu özelliğimiz işte bizim gerçek özelliğimiz ve aidiyetimizdir. Biz aradayız, araya aitiz. Bu endişeli aradalık, bir kimliksizlik duygusu bize yeni düşüncelerin ve yaşam biçimlerinin kapısını açabilir. Yeter ki kendi varlığımıza aşağılık kompleksiyle, sanki bir taraftan birine aite olmamız gerekiyormuş gibi yaklaşmadan kendimizi olduğumuz gibi kabul edelim, kendimizi olduğumuz gibi görelim.

 

Evet, bu çerçevede baktığımızda ülkemizde ve özellikle ‘’çok kültürlülük, farklılıkların biraradalığı’’ gibi tabirler bulunmadan önce, en doğal haliyle iç içe yaşayagelen Antakya’mızda, yukarda söz ettiğim siyatçinin kimlik sorunundaki endişeler, eskinin yerini alıncaya kadar inişli çıkışlı yaşanacağı gözüküyor.

 

En büyük temennimiz, Türkiye Cumhuriyeti‘ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin, hiçbir ön şart aranmaksızın, eşit ve aynı haklara sahip olması. Bunun da ancak demokratik sistemimiz’in kendini yenilemesi ve vizyonun küresel standartlara yükseltilebilmesi ile mümkündür.

 

Bunun içinde siyasetçilerimize çok önemli bir görev düşüyor. Bu görev, “siyaset dilinin yenilenmesi görevidir”.

 

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER