Perşembe, Mayıs 9, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıGarip Turunç Yazdı: Mutsuz

Garip Turunç Yazdı: Mutsuz

Aylardır her yazımın zemininde yahut tonunda “Türkiye toplumsal kutuplaşmadan, zıtlaşmadan, korkudan, kötü günlerden geçiyor” melodisi eski bir plağın mecalsiz sesi gibi tekrar edip duruyor.

 

Yazı yolunda yürüse de yürümese de arkada o lanet cızırtı kesilmiyor. “Dönülmez akşamların ufkundayız”. Doğruları ve gerçekleri bıkmadan usanmadan savunmak, haykırmak, yazmak zorundayız.

 

Yanlış değil mamafih… Türkiye hakikaten gittikçe kötü günlerden geçiyor. Kutuplaşma, toplumsal gerilim, empati eksikliği olduğu aşikardır. Yüzler gergin, sesler boğuk, eller soğuk, gönüller donuk! AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İYİ Parti Meral Akşener’e “Daha neler olacak, neler. Bunlar iyi günler” sözlerinden sonra CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik Çubuk’taki linç girişiminin görüntülerini tekrar gösterdiği grup toplantısına işaret eden Genel Başkan Yardımcısı Ağbaba, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlama etkinliklerine katılmak üzere gittiği Çorum’da partisinin il başkanlığında basın toplantısında, Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nu hedef gösterdiğinin altını çizerek  şu ifadeleri kullandı:

 

“Bu ülkede Türkeş, Erbakan, Demirel, Menderes, İnönü, Mesut Yılmaz, Çiller geldi ama bu kadar seviyesiz, kendi iktidarı için ülkeyi yakmaktan dahi çekinmeyen bir siyasetle ilk kez karşılaşıyoruz. Resmen bir iç savaş, Kemal Kılıçdaroğlu’na saldırı çağrısı var… İktidarda kalmak için her yolu mubah sayan siyasetle karşı karşıyayız. Adete mafya babası gibi, çete lideri gibi biriyle karşı karşıyayız ancak biz onun bu sözlerine alet olmayız. Bir çatışma çıkararak, kaos yaratarak bir seçim hesabı var. Ona da alet olmayacağımızı söylemek istiyoruz ama ondan da korkmuyoruz.”

 

Diyor ya Türk edebiyatındaki ilk siyasetnameyi yazan Yusuf Has Hacib (1017-1077): “Yaşam zorlaştı, endişe çoğaldı; hırs ve tamah arttı, sevinç azaldı.” Kaldı ki birkaç ay değil, sadece salgın yüzünden değil veya sadece ekonomi kötü olduğu için de değil. Yıllardır ve neredeyse her meselede kötüye gidiyor. Bir tatsızlık iklimi, keyfsizlik, mutlusuzluk, tedirginlik vesaire. Gücü kullanıp bölende, kutuplaştıranda, zıtlaştıranda, eziyet edende, kötülüğü koruyup büyüten de mutsuz, onun yandaşı da mutsuz ve tabi mağdur olan da… Salgından misal olsun, mutlusuzluk ta, korku da bulaşıcı.

 

“İnsanların çoğu sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin değerini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için” diyen Shakespeare’in bir öyküsü bugünü de anlatır:

 

“Korkusundan devamlı endişe içinde yaşayan bir fare vardır. Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür. Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde, köpekten korkmaya başlar. Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, avcıdan korkmaya başlar. Büyücü bakar ki ne yaparsa yapsın farenin korkusunu yenmeye olanak yok. Onu eski haline döndürür ve ‘Sen korkak birisin. Sende sadece bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem’ der.”

 

Bağnaz lığın ürünü olan totaliter korku düzenlerinde tek güç, her şeyi bilen, her şeye karar veren liderdir. Sürekli düşman yaratılır, korku artırılır. Korkarak yaşayan insan mutsuzlukla, kaygıyla dolar. Toplum, düşünmeyen bir yığına dönüşür. “Ya başıma bir şey gelirse!” kuşkusuyla dolan insanlar sormaya, öğrenmeye korkar, birbirine “Kendine dikkat et!” der.

 

Bugün de toplumun büyük bölümü mutsuz, tedirgin, korku ve endişeyle dolu. İnsanlar, düşündüklerini söylemekten hatta düşünmekten korkar durumda.

 

Hakikati söylemekten kaçınmak, çekinmek, korkmak devrini yaşıyoruz.

 

Küçücük bir serzeniş yüzünden bile tüm hayatının karartılabileceğini sezen insanların gerçek duygularını, şikâyetlerini, eleştirilerini sansürsüzce telaffuz edemiyor.

 

Ederlerse anında pişman oldukları, kendileri pişman olmazlarsa hızla pişman edildikleri bir ülkede yaşıyorsunuz.

 

SİNDİRİLMİŞ TOPLUM

 

Geçenlerde muhalefetten bir siyasetçinin şu lafı ettiğini duydum:

 

“Bu millet susuyorsa, asaletindendir…”

 

Hayır efendim. Bu işin “asalet”le filan izah edilebilecek bir tarafı yoktur. Bu millet susuyorsa, sindirilmişliğinden ve korkutulduğundandır. Belki de bu sebeplerle hayata karışma ve insanlarla ilişkiler konusunda yabanî, tedirgin, hatta acemiler… Cemil Meriç’in; “Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim.” cümlesi tam da bunu, aydınların dünya karşısındaki tavrını dile getiriyor. Bu pratik hayata ‘dahil olamama’ durumu Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında” mısraında da görülmekte. Düşünün! Yaşanan hayatın ne içine girebiliyor, ne de dışına çıkabiliyorsunuz. Tam bir eşikte kalma, bir ikilem, tedirginlik, yabanilik, uyumsuzluk ve yalnızlık hâli…

 

İsviçreli yazar Hermann Hesse’nin ünlü “Bozkırkurdu” (Fr. : Le Loup des steppes) romanını bilirsiniz, okurken günümüzdeki/toplumumuzdaki aydınların gittikçe ne kadar ‘bozkırkurdu kompleksi’ne kapıldıklarını hatırlatıyor. Romanın başkahramanı Harry Haller’i, çok okuyan, siyasî ve sosyal konularla, felsefe ve sanatla yakından ilgilenen aydın bir kişi. Ancak reel hayata giremiyor, “renksiz, sığ, belli normlara uydurulup sterilize edilmiş yaşama ateş püskür[en]”, kendine yabancı bir dünyada yabanî ve münzevî bir bozkırkurdudur o. Ama bir yanı ‘insan’dır sonuçta. Ruhu, insanla kurt kişiliği arasında gidip gelir. İnsan olarak sokağa karışmak, sevmek, sevilmek, âşık olmak, neşelenmek, zevk almak ister, lâkin yaşadığı çağı yozlaşmış gören içindeki öfkeli ‘kurt’ hemen dişlerini göstererek, onun sokağa karışmasını önler. Bir kopuştur bu!..

 

“Gerçek aydın insan”ın, dürüst insanın, bilinciyle hareket eden insanın, düşünce namusuna sahip çıkan insanın özlemini çeker duruma geldik.

 

Ortalığı madrabazlarla hokkabazların, yalancıların, sahtecilerin, zorbacıların, mafyacıların, haksızca devranların doldurduğu bir gösteri sahnesinin çeşitli oyunlarını görüp öfkelenemiyor muyuz?

 

Ünlü Fransız diplomat ve direnişçisi Stephane Hessel (1917-2013) ömrünün son yıllarında, siyasetin bu denli kirlenmesine “Öfkelenin” diye insanlığa seslenmişti.

 

Elbette bugün bizim toplumumuzda da korkuyu kıracak, tehdidi geri püskürtecek, her alanda örgütlü biçimde sesimizi duyurmanın yollarını bulacak ve hayata geçirebilecek dürüst, sözünün eri, (biraz yorgun olsa da) eğilip bükülmeyen, yaşamını bilinçli inançlarına adamış aydın insanlarımız var.

 

“YORGUN DEMOKRAT”

 

Evet, güç kavşaklardan dönüyoruz, baskı artıyor, ifade özgürlüğü daralıyor. Maalesef sistem kendi aydınını da yaratmaya devam edecek. Ve bu yaratım sürecinde “Yorgun Demokrat”lardan fazlasıyla yararlanacak. Biz de bütün bu gelişmeler karşısında “Yorgun Demokrat”ı söylemeye, dinlemeye devam edeceğiz.

.

“Bu yolda dönenler oldu

Mum gibi sönenler oldu

Yar göğsüne baş koymadan

Vurulup düşenler oldu

Bir sen kaldın geride

Ah akıp gidiyor hayat

Yüreğim anlıyor seni

Artık susma yorgun demokra”

 

Unutmıyalım ; konuşulması gereken zamanda susturan korku, bir toplum için en büyük hastalıktır. Tarif edilemez bir acizliktir. Konuşması gerekenlerin susması, susarak vicdanına ve kalbine bakamadan hayatına devam etmesi bir ülkenin en büyük yenilgisidir. Ortak iyinin, birlikte ortak duygulara sahip olma zenginliğinin ve herkesin tek tek bütün toplumun faydasına saygı gösterme kuralının çöküşü demektir.

 

Bir toplum daha ne kadar büyük bir değerini kaybedebilir ki!.. Kötülüğü korku yayar. Kötülüğü sadece korku büyütür. Kötülüğün hayata hakim olmaması için herkesin içindeki korkuyla yüzleşmesinin zamanıdır.

 

Korku toplumunun şiddet ve yalanlarla egemenliğini sürdürdüğü koşullarda, insanlığın direnişinin, özgürlük arayışının belleği ve ulusal değerlerlerimiz yolumuzu ışıtır. Çünkü yaşam ve kaliteli bir hayat ancak korkutanlara karşı kalitesi yüksek, cesaret sahibi bir fikir mesaisiyle insanın savaşımıyla anlam kazanır.

 

Ne yazık ki bu hayatın çok uzağındayız.

 

Nedeni mi ?

 

Soruyorum :

 

MUHAFAZAKÂRLARIMIZDA – GEÇMİŞTE VAR OLAN – ELEŞTİRİ VE İTİRAZ KÜLTÜRÜ ŞİMDİ NEDEN YOK ?

 

Ki Cemil Meriç, ulema için “Hata eden hükümdarı ikaz etmek, onun vazifesiydi.” der. Siyaset bir yana, sanatta “Müslüman camia”nın en zayıf yönü “eleştiri”dir. Oysa eleştiri, bir terazidir, ilim ve sanatın gelişmesine önemli katkılar sunar!..

 

Yurttaşlık etik ölçülerle sağlanır. “Kul” düşünmez, sahibi ne emrederse onu yapar. Yurttaş sorar, tartışır. Cumhuriyet, laiklikle taçlanır. Laiklik, hukukun üstünlüğü, bilimsel ölçülerle gelişir, aydınlanma sağlanınca ancak demokrasiden söz açılabilir. Uygar toplum sadece karın tokluğuyla sağlanamaz. Kaldı ki şimdi o da yok, yoksunlar, fakirler, muhtaçlar topluluğu halinde yaşıyoruz. Tarikatların, cemaatlerin elinde oyuncak oldu ülke. Eski Türkiye’de yurttaş olanlar, yenisinde kullar. Düşünmeyen, sormayan, tartışmayan insanlar topluluğundan halk yaratamazsınız.

 

Fikrin özgürce hareket etmediği zeminde başka hiçbir hareketin katma değeri de yoktur. Para, mal, sermaye, bilim, icat, patent, hukuk, eğitim… Hepsi sadece karın tokluğu için yapılır, dostlar alışverişte görürse görür, o kadar. Bugünü kaybedersiniz, gelecek ipotek altına girer, şimdi yarıştan düştüyünüz için faturayı gelecek nesiler öder. Başarmak için özgür düşünce, hukukun üstünlüğü ve bilimsel üretim zaruridir. Bu listedekileri ne kadar ihmal edersen et mutlaka gelir seni bulur. Bugün eksik olan geride kalmaz, eksiği tamamlamadan asla ileri gidemezsin.

 

Türkiye’nin gelip saplandığı problem budur.

 

Neden bizde eleştiri ve itiraz kültürü yok diye sormuştum ya! Cevabı şu olabilir mi? AKP’nin kurucu milletvekillerinden olan Kemal Albayrak; “Tartışamıyorlar çünkü korku var. Korku düşünce yaratmaz, düşüncenin olmadığı bir yerde kölelik vardır. AK Parti kölelik ve itaat kültürüne dayalı bir sistemle yönetiliyor” dedi.

 

Evet, galiba hepimiz, bir parça Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” eserindeki kahramanı Hayri İrdal’ız; ihtiyaçlarla terbiye edilmiş, uslu ve uysal “Şehirli Türk Müslümanı” veya “Kasabalı muhafazakâr Müslüman” … “Hadım edilmiş bir idrak”le ve Ayarcı’ların bahşettiği, tarafların da gizli bir memnuniyetle onayladığı “izinli hürriyet” dahilinde, “gönülü kul” –İrdal’ın yaptığı gibi- biz de edebiyatımızda bir yalanı büyütüp duruyoruz!..

 

Haliyle ne kimse kimseye inanıyor ne kimse kimseye güveniyor. Her yalan kendisinden daha büyük bir yalancıyı doğuruyor. Dünyada sahip olduğumuz jeopolitik avantajları kullanamıyor; kolay yolu, yani barışı, dostluğu, çağdaşlığı geliştirmiyor; kavga, korku ve mantıksızlıkla geleceğimizi bulanıklaştırıyoruz.

 

Yolun bir yerinde durup yüzleşmeyi düşünmemek ve gerçeği görememek ise bu hikayenin en anlaşılmaz tarafıdır.

 

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER