Cuma, Mayıs 24, 2024
No menu items!
Ana Sayfaİskenderun HaberProf. Dr. Garip Turunç yazdı:"Toplumsal Vasatta Sözün Temsil Gücü Tükendiği Su Zaman...

Prof. Dr. Garip Turunç yazdı:”Toplumsal Vasatta Sözün Temsil Gücü Tükendiği Su Zaman Dilimde Yazmak”

 

Prof. Dr. Garip Turunç yazdı

TOPLUMSAL VASATTA SÖZÜN TEMSİL GÜCÜ TÜKENDİĞİ ŞU ZAMAN DİLİMDE YAZMAK

Prof

Telaffuz edilen her kelimenin, her sözün içinde bir insan vardır. İnsanın özünde bizi biz kılan nefes, ruh vardır. O nefese, o kelimeye, o söze erdiğimizde insan olmaya vasıl oluruz.

 

Ne var ki söz bizatihi ya da kendinde bu kadar kıymetli ve kudretli olmasına rağmen bugün artık kıymetten ve kudretten düşmüş, hem de amiyane tabirle “ayağa düşmüş” haldedir. Bugün söz konusu olan, sözün temsil meselesidir ve söz, temsil krizi yaşamaktadır. Sözün gücü, ne söylendiğine değil asıl onu temsil edene göre can bulup değer kazanmak zorundadır. Düşen, kolektif sözün gücüdür. Ayağa kalkacak olan ise yeni özneye bağlı özgür sözdür.

 

Söz adamı, ister yazar/romancı olsun ister siyasetçi, bugün sözün kitlesel karşılığı ve/veya piyasa değerine değil temsil karşılığına bakmak durumundadır. Ne kadar özgür ve kendisidir o söz? Ve o sözü taşıyacak özne, ne denli başka dayanak ve desteklere bağlı/bağımlı olmaksızın ayakta kalmak iradesine sahiptir. Eğer böyle değilse, bugünün söz sarf edicileri özgürlüklerini yitirmişlerdir. Bir destek sahibi olmaksızın kendilerini ifade etme iradesi taşımıyorlarsa zaten çoktan ‘düşüktürler’. Sözün gücü, kitlesel çoğulluğu veya piyasa değeri ile değil, hangi yalnızlığı ve tekilliği göze alabileceği ile ilgilidir bugün.

 

Her tür hedefi kitle ve ona bağlı iktidar örüntüsüyle irtibatsız bir sözden bahsediyoruz biz. Sahibine veya muhatabına göre konuşan, açığa çıkan, can bulup büyüyen bir söz değil maksadımız. İster yazıya dursun, ister bir sinema filmine, tiyatro oyununa, resme, müziğe dönüşsün, etrafında oluşacak tanıtım, propaganda, maddi destek, güç ilişkisi olmaksızın, sadece kendi değeri ile var olan bir söz maksadımız.

 

Kanaatimce bugün ülkemizde söz artık tümüyle kıymetten düşmüş, sadece genel siyasi, kolektif sözün gücü değil, tekil özneye bağlı özgür sözün gücü de tükenmiştir. Sözün kıymetten düştüğü alanların başında – bir önceki yazımda da belirtiğim gibi – maalesef din ve dinȋ alan gelmektedir. Daha açıkçası, dinî alan bugün itibariyle “söz” ve “konuşma”nın genel toplumsal planda ikrah (iğrenme) ve istikrahla (tiksinti) karşılandığı bir platform haline gelmiştir. Çünkü bu alanda gevezeliğin sınırları çoktan geçilmiş, lafazanlık limitsizleşmiştir.

 

Binlerce kilometre uzaktan da olsa, toplumun genel havasına dair gözlemler ve izlenimlere istinaden kişisel algım ve anlayışım olarak söylüyorum ki din alanında söz/kelam temsil gücünü tümden yitirmiştir. Temsil gücü şöyle dursun, bu alanda sarf edilen hemen her söz faydadan ziyade zarar üretmektedir. Özellikle fiyakalı ve sloganik sözler üzerine inşa edilen dinî aidiyetlerin çoğu ise ne yazık ki saldırganlık, intikamcılık, mafyacılık, iftiracılık, tezviratçılık gibi habisliklerden nemalanan “ahlaksız aidiyetler” olarak karşımıza dikilmektedir.

 

Bugünkü toplumsal vasatta sözün değeri düşüp temsil gücü tükendiğine göre ne yapmak lazım gelir, diye düşünülebilir. Görünen o ki – İngiliz şair Thomas S. Eliot’un ifadesiyle -, “Çevrendeki insanlar susacağı, konuşacağı ve duracağı yeri bilmiyorlarsa, sen fazla adım atmışsındır onlara. Biraz geri çekil” diye düşünmek ve biraz değil, epeyce geri çekilmek lazım gelir.

 

Söz insani bir yüksek değer olarak tekrar kıymetlenir mi ya da eski gücünü yeniden kazanabilir mi, bilmiyorum; ama sözün kıymetinin beş paralık olduğu şu zaman diliminde konuşmak/yazmak yerine susmanın, görünür olmak yerine ortalıktan kaybolmanın en azından kendi ruh sağlığımız için çok isabetli bir karar olduğuna inanıyorum. Ama bir yandan da hayatın akışına bakıyorum. Anayurdumda olup bitenleri uzaktan kaygıyla izliyorum. Memleketimin insanlarına çıkan ağır faturası karşısında sınırsız bir acı duyuyorum. Vicdanımı biraz olsun rahatlatabilmek ve ülkemin çılgın gidişatını belki biraz frenleyebilmek umuduyla bir şeyler yazmaya çalışıyorum.

 

YAZI YAZMAK

 

Yaşanan zor zamanın dar yollarında sesi kesilir insanın bazen. Bu durumda bir yazıya sığınırız çoğu kere. Kalpler arasındaki soğuk mesafeleri eritip ısıtan ateş olur kelimeler. Duygu ve düşünceleri söze bürüyerek birbirine bitiştiren, kaynaştıran mayadır kelimeler. Söze bir keyfiyet, bir mana, bir ahlak elbisesi giydirir insan. Kelimeler de insanlar gibidir zaten. Kelimenin de bir ahlakı vardır. Her söz kendi tabiatına ve fıtratına uygun bir şekilde kendini açığa vurur. Kelimeyi doğru inşa etmek gerekir. Kelimeye sevgi, şefkat ve ahlak kazandırmayı başaran, sonu gelmez bir sevinci yaşar.

 

Kelâm/kelime, hayatımızla doğru ilişkili. Hayatlar ne kadar şahsiyetliyse kelime de aynı ölçüde şahsiyetlidir. Kelimelerimiz kalbe işliyor mu?; başı dik, alnı açık mı? Sözümüz kalbe işlemiyor, alnı açık, başı dik değilse biz öyle olmadığımız içindir. İnsanın hayatı bir tezekkiye(temize çıkarmak), arılaşmaya ve berraklığa yönelmişse kelime de en güzeliyle nasibini alır ondan. Söz hayat bulur, gönlü ulaşır. İnsanla hemhal olan söz kalbe nüfuz eder, hikmete dönüşür. Kalp kelimeye yürür ve onu fetheder. Bunu yapabiliyorsa dilden dökülen de yazıya işlenen de aynı şekilde değerli olacaktır.

 

Kelime tüm anlamlarıyla, ahlakı, estetiği ile bilinir; onlarla bütünleşir. İnsan, sözü damıttıkça onu kendisine dönüştürür. Kelimenin içindeki insana ulaşmanız gerekecek çünkü. Buna ulaşılabilirse dilden dökülen de yazıya işlenen de aynı şekilde değerli olacaktır. Kelime güller gibi kendi köklerinden doğar. Geleceğe köprü kuran, zamanın ruhunu, rengini insana fısıldayan, sözü güçlü kılan, insanı yontan, zamanı inşa eden o estetik ruhtur. Söz bir incelikle kıymet kazanır, kelimenin letafetle işlenmesiyle…

 

Yazı ise, kelimenin, kalemin ve elin kendinlerini mutlu hissettiği yerdir. El ele tutmak için sevdiklerinizle, onların gönül aynasına gönlümüzden yansıtığımız duygulardır yazı. Bir başkasının gönlüne ruhumuzun meyvalarını dökmektir yazı. Ellerine brakmaktır ellerimizi. Ellerimizi kenetlemektir biribirine.

 

Bilmediğiniz bir mekânda tanımadığınız bir okuyucunun sizin yazınızı beğendiği zaman hiç ummadığı hediyeler almak gibidir yazı yazmak. Hiç bilmediğin mümtaz sofralara davet edilmeye benzer yazmak. Hiç bilmediğiniz mübit arazilerde filizlenen tohumlar gibidir yazılar. Yazdığınız yazı bir başkasının fikir mumlarını tutuşturan kıvılcım olabilir. Bu yüzden erdemli bir davranıştır yazı yazmak. Hiç bir karşılığı beklemeden başka insanların doğru, güzel ve iyi düşünmeleri için çaba sarfetmek.

 

Yazı yazmak kalemle kağıda dökmek veya tuşlara dokunup düşündüklerimizi ekrana aktarmak değil, yazı dediğimiz çoğu kez yara kabuğudur. Ama yazının şifasında gene de iyi gelen bir şey vardır. Yalnızca insanlar büyür, yaralar büyümez, yaralar çocuk kalır. Böylece hayattan yazı, yazıdan hayat yapılır. Yazmaktan kastımsa okunması yaşanmasından daha güzel olan bir hayattır, bu hayat yazmak demektir.

 

Yazmak insanoğlunun temel ifade biçimlerinden. Ne zamandır yazıyoruz? En az beş bin yıldır… Yazmaktan kim usanır?

 

Her dem yenileriz, bizden kim usanası (Yunus).

 

Yazıyoruz, çiziyoruz. Kütüphaneleri dolduruyoruz. Şimdi kâğıt medeniyetinin üstüne bir de elektronik âlem ilave edildi. Bu âlem de âdeta uçsuz bucaksız. Zapturaptı güç, akışkan, değişken bir âlem…

 

Bizler yazılı kültürden geliyoruz, sonradan olma “sanal âlemci”yiz. Yazarak var oluyoruz, varlığımızı böylece beyan ediyoruz.

 

Şu içinde bulunduğumuz, yazmanın enikonu zorlaştığı zamanda, yine de yazmaya çalışıyoruz.

 

Ne yazıyoruz?

 

NEDEN YAZIYORUZ ?

 

George Orwell 1946’da yazdığı ‘Why I Write’ (Neden Yazıyorum ?) başlıklı makalesinde yazma nedenlerinin önde yeraldığı, “Dünyayı belli bir yöne ittirme, toplumun geleceğini şekillendirmek için belli düşünceleri değiştirme arzusu” olarak görüyor.

 

Ben kendim için yazıyorum. Güzellik için, sevgi için, zarafet için, birilerinin elini tutmak, dost olmak, yaralarını sarmak, aynı yolda yürümek için yazıyorum.

 

Ölen insanlığı, idealizmi diriltmek için yazıyorum.

 

Ekonominin kumar, siyasetin mafya oyunları olmadığını göstermek için yazıyorum.

 

Vasatlığın kötülüğünden kurtulmak, kötülüğün sıradanlaşmasını durdurmak, ince şeyleri görmek için yazıyorum.

Gerçeklik, doğruluk ilkesinden sapmadan, ömrüm boyunca savunduğum demokrasi, insan hakları ve özgürlük idealleri için yazıyorum.

 

Bir vatan sever olarak yazmak dışında bir seçeneğim kalmadığı için yazıyorum.

 

Bu ülkenin gençleri çağdaş dünya seviyesinde okullarda eğitilebilsinler, beyinleri sanatsız ve hurafe ile değil bilimsel gerçeklerle doldurulsun, din bezirgânlarının elinde heba edilmesin, körpecik beyinlerine safsatalarla doldurulmasın, kansızların elinde istismara uğramasın, bu ülkeyi kuran Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının çizdiği yolda, gösterdiği hedefe bağlı yetişsin diye yazıyorum.

 

Bu ülkenin hiçbir yurttaşı ezilmesin, sömürülmesin, sınıf/din/mezhep/ırk/etnik köken temelinde ayrımcılığa uğramasın diye yazıyoruz.

 

Bu ülkenin kadını daha fazla ezilmesin, eşit birey-eşit yurttaş olarak yaşayabilsin, çalışabilsin, ikinci sınıf bir yaratık muamelesi görmesin, itilip kakılmasın, yasalar önünde de eşit sayılsın, şiddete-cinayete ve aşağılanmaya maruz kalmasın diye yazıyorum.

 

Bu ülkenin anaları, kayıp evlatlarının akıbetini sorguladığı için, meydanlarda coplanmasın, gazlanmasın, ölen evlatlarının matemini tutarken bir de yuhalanmasın diye yazıyorum.

 

Bu ülkenin hukukçusu, hâkimi, savcısı vicdanının sesini dinlesin, kendini “emir kulu” hissetmesin, bu ülkenin avukatı “savunma hakkının kutsallığını” savunduğu için cezalandırılmaya çalışılmasın, hukuk her şeyden üstün olsun diye yazıyorum.

 

Bu ülkenin insanları, aynı çağdaş demokrasilerdeki gibi, eleştirebilme, sorgulayabilme, itiraz edebilme, örgütlenebilme, sesini yükseltebilme, protesto edebilme hakkına, özgürlüğüne sahip yaşasın, bu özgürlüklerini kullanınca devletin yumruğunu tepesinde hissetmesin diye yazıyorum.

 

Bu ülkenin akademisyenleri, akademinin kutsallığını savunabilsinler, sorgulasınlar ve sorgulamayı-itiraz edebilmeyi öğretsinler diye yazıyorum.

 

Yukarıda saydığım on milyonlarca insan için, sömürüye, güçlünün güçsüzü ezmeye, kör inançlara sığınarak aklın ışığını karartanlara karşı, baskıya karşı kullanmaya, sorgulamaya, “ışık olmaya” mecburiyeti var. Tam da bu yüzden, bu insanların hukukuna ve özgürlüğüne sahip çıkmak gibi de bir görevimiz var. Bu görev uğruna yazıyorum.

 

Peki, yazmasak olmaz mı?

 

Düşünmek yazmaya evrildiğinde harekete dönüşüyor. Hareket insan hayatının özüdür; insan yaptıklarıdır. İnsanın önce kendine itirazları, nefsine başkaldırması var. Bu hürriyete doğru bir hamle. Bunu başarabilenler, işte o isyan ahlâkı dairesine giriyor. Daha ötesi kendi benini aşıp sorumluluk hissiyle cemiyete, halka∕topluma çevrilmek, halk∕toplum için emek harcamak, bilginin halk∕toplum için iyi bir şey olduğu inancına sahip olmak. Bu yalnız görev anlayışının değil varlık sebeplerinin de icabıdır.

 

“Yalnız hüznü vardır kalbi olanın” diyor İlhami Çiçek. Bize bir kalbimiz olduğunu hatırlatıyor. Kalbimiz, Türkiye’ye tebessüm ediyor, uzaklardaki Anavatan ülke hüznümüzü büyütüyor.

 

Bir garip hikâyedir Adem. Cennetten hüzne düşmüştür. O, dünya sürgününü içinde, geldiği yere dönme hasretiyle yaşar. Aslında bu Adem’in aşka ilk dokunuşudur. Gurbete ilk dokunuşu, sılaya ilk varışıdır. Ana vatana dönünceye kadar da bu gurbet, bu hüzün, yatağını arayan nehirler gibi denizlere akmaya devam eder.

 

Ondandır hüznümüz, dünya gurbetinde nehirler gibi akışımız.

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER