Cuma, Mart 29, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıGarip Turunç'un Kaleminden: Aydınlanma Düşüncesine Karşı Bakışımız

Garip Turunç’un Kaleminden: Aydınlanma Düşüncesine Karşı Bakışımız

Garip Turunç yazdı: Aydınlanma Düşüncesine Karşı Bakışımız

Bazen günlük olaylardan sıkılıp, kendimi kapamaya niyetlenirim. Herkes böyledir kuşkusuz… Ancak uzak cennet ülkemde güncel olan esir alıyor yaratıcılığımı çoğu zaman… Hafızam o toprakların hafızasıdır aynı zamanda… Büyüklerimin hafızası. O topraklarda doğdum; o topraklarda büyüdüm; o topraklarda öğrendim; nereden başlayacağımı, nereye gideceğimi ve nereye varacağımı…. Bugün insanlığa dokunabilmek için bir yerdeyim… Yaşadığımı anlamanın yolu yazmakta geçiyor…
Bilindiği gibi, Avrupa’da düşünce alanında en köklü değişimlerin yaşandığı dönem olan XVIII. yüzyıl; değişmez kurallı dinsel inanışlara ve bunlardan kaynaklanan skolastik (dogmatik) düşünceye karşı; aklın, deneyimlerin, kuşku ve araştırmaların ön plana çıktığı döneme Aydınlanma (Fransızca’ da “Işık” anlamına gelen “Lumières”) Çağı denmiştir.
Başta Alman filozof Immanuel Kant (1724 – 1804) olmak üzere, hemen bütün Aydınlanma düşünürleri, gerçek aydınlanmanın, bireysel, sosyal ve politik hayatın problemlerine, vahye ve imanın sınırlarına müracaat etmeden, aklı ve felsefi yöntemleri kullanarak çözüm üretmekle mümkün olabileceğini, böylece mistisizmin karanlığı ve dogmatizmin yanlış ve koyu ışığının tersine, aklın ışığına yönelinebileceğini söylerler. İşte bu nedenle “Akıl Çağı” ya da “Aydınlanma Çağı” adı verilmiş olan bu yüz yıl, farklı kültürlerde farklı şekillerde değerlendirilmiş olmakla birlikte, genel olarak kendisini “tiran” olarak değil, “öğretmen” olarak göstermiş ve içinde bulunduğu yüzyılda tıpkı bir ruh hali gibi etki etmiştir.
Tabii ki esas itibariyle ‘Aydınlanma’ düşüncesi, Ortaçağ’a karşı bir tutum ve davranışın adıdır. Gelişme, mutluluk, din adamları sınıfına karşı olma, özgürlük, insana güvenme gibi hususlarda hemfikir olan Aydınlanma düşünürlerine göre akıl, dolayısıyla da insan, dinin ve geleneğin boyunduruğu altına girmiştir. Dini değerlere göre şekillenmiş bu dünya görüşünün yerine, insanın kendisinin belirleyeceği yeni bir dünya görüşü oluşturulmaya çalışılmalıdır.
Bu hedefe ulaşabilmek için ise, aklın her türlü baskı ve kayıttan kurtarılması, yani insanın kendi dışındaki her türlü belirleyici etki ve kategorilerden soyutlanması gerekmektedir. Böylece Aydınlanma, insanın, Tanrı, din ve devlet karşısındaki konumunun yeniden ele alınmaya başlandığı bir dönem haline gelmiştir.
Bugün Müslüman dünyada, özellikle ülkemizde – zorunlu din dersi uygulaması ve dindar ve kindar neseller yetiştirme çabalarının nasıl bir felakete yol açtığı ortada iken, son Milli Eğitim Şûralarının çağdışı “okulöncesi eğitim” kararın alınabilmiş olması – akıl üzerine bina edilen ‘Aydınlanma’ düşüncesine karşı bir bakışın sözkonusudur. Bizim muhafazakar camiada ne zaman “Aydınlanma”dan söz açılsa, Reformasyon, Descartes, Kartezyen felsefe, Locke, Voltaire, falan filan diye epey bir klişe laf söylendikten sonra, Batı ahlâken iflâs etmiştir, ifsat edicidir, bu yüzden de sapkınlık içinde çökmekte olan bu Batı medeniyetinden uzak durmak lâzımdır gibi argumanlarla konu basbayağı şeytanlaştırma noktasına bağlanıyor.
Geçen yıl Ekim ayında, Başakşehir’deki İbn Haldun Üniversitesi Külliyesi’nin açılışına katılan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan özetle şunları söylemişti:
“Biz kendi köklerimizi tamamen unutarak veya dışlayarak, onun türevlerini esas kabul etmemek suretiyle, iki asırdır kendimize yol ve yön bulmaya çalışıyoruz. […] Sonuçta ülke ve millet olarak kendimizi kontrolsüz bir Batılılaşma fırtınasının içinde bulduk. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek için çıkılan yolun, en sığından, en bayağısından, en çarpığından bir Batı taklitçiliğine dönüşmüş olması Cumhuriyetimizin en büyük kaybıdır. Türkiye kuru kuruya Batıcılık saplantısı yanında, yine aynı kaynağın ürünü pek çok sapkın ideoloji ve akımın zehrine de maruz kalmış bir ülkedir.”
AKP Genel Başkanı iddialarını sürdürerek: “Fikri iktidarımızı, kökü ve ruhu itibariyle bize ait olmayan bir medeniyete kaptırmamızın sebebi bu sapkın akımların önlerinin bilinçli bir şekilde açılmasıdır” diyor.
“Bize ait olmayan uygarlık” da ne demek oluyor? Uygarlık tektir, kültür çoğuldur ama o “tek” uygarlığın içinde yer alır. Uygarlığın maddi kökü bütün insanlığa aittir. Ayrı ayrı Sümer, Hitit, Grek, Çin, Hint; Türk, Fransız, Japon, Rus, Alman, Arap uygarlıkları yoktur. Ortak Akıl olmaz ama uygarlık tek ve ortaktır. Bu tek ve ortak uygarlığı insanlığın özgür ve bağımsız akılları yaratmıştır.
Cumhuriyet Devrimi, yabancı kurum ve kavramları ilk kez Avrupa dışı bir coğrafyada uygulamayı amaçlarken aslında insanlığın ortak evrensel değerleri olduğunu, kimi alanda birikimleri eksik kalan ülkelerin, eğitim ve toplumsal reformlar alanlarında ataklar yaparak uygar toplumlar kervanındaki yerlerini alabilecekleri iddiası temeline oturtulmuştur.
Devrimci önder kadronun yönetiminde, çağdaş bir toplum olma azminde birleşmiş ulus, evrensel ile ulusal olanı birbiriyle bağdaştırarak amaca ulaşacağına inanır.
Burada yerli yabancı ayırımının yanlış yönüne sapmamak gerekir. Toplumsal yapıyla bağdaştırılmaya çalışılan yabancı değil, evrenseldir.
Cumhuriyetin kurucu ideolojisinde, yazı ve söz olarak, “Batılılaşmak” kavramı yer almaz. Değişim, gelişim ve ilerleme şiarı, bilindiği gibi, Atatürk’ün dile getirdiği “Muasır medeniyet seviyesi”dir. Ben buna çağının çağdaşı olmak diyorum. “Çağdaş uygarlık düzeyi”nin adresi, bu uygarlığın bulunduğu her yerdir.
Elbette Aydınlanma’nın ideolojik boyutuyla aynı hizada olmak zorunda değiliz, ama bugünkü bilimsel, teknolojik gelişmeleri ve kültürel çeşitliliği Aydınlanma düşüncesiyle ilişkilendirmek durumundayız. Prof. Dr. Şafak Ural’ın “Aydınlanma, Bilim ve Bireyleşme” makalesindeki şu tespitinin meseleye ışık tutacağı kanaatindeyim: “Aydınlanmayı akılla özdeşleştirip günümüzdeki kötülükleri Aydınlanmaya bağlamak, bir günah keçisi aramak, bir suçluluk duygusu içinde olmak demektir. Sorunları doğru tespit edip rasyonel çözümler bulamadıkça, duygusal reaksiyonlara, gerçekleri bir kenara bırakıp saplantılara kolayca yönelebiliriz. Kısaca ve kabaca söylemek gerekirse, Aydınlanma çağı olmasaydı hâlâ belki cadı avında olurduk ve birbirimizi yakmaya devam ederdik.”
Galiba şöyle bir tespit yapmak gerekiyor; Aydınlanma döneminden buyana Batı düşüncesindeki gelişmeleri gözardı ederek, İslam dünyasının, özellikle Türkiye’nin fikri anlamda bir güç alanı oluşturması mümkün değildir. Elbette bu Batı düşüncesine körü körüne ram olmak anlamına gelmemeli, ama marazi bir Batı karşıtlığı kompleksiyle hareket etmek de toplumumuzun entelektüel bir kısırlığa mahkum olması anlamına gelecektir.
Mevlana’nın pergel metaforunun fikri manada yol gösterici olduğu kanaatindeyim:
“Pergelin iğneli ayağı sabittir benim dinimde, Ama diğer ayağı ile yetmiş iki milleti dolaşırım.”
Ülkemizde hakim olan İslam düşüncesinin sahici bir yenilenmeyi gerçekleştirebilmesi için pergel metaforuna uygun bir tecessüse ihtiyacı olduğu kesin.
RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER