Cuma, Mayıs 3, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıDeniz Bakır Yazdı: ''Antakya'nın Ağıdı''

Deniz Bakır Yazdı: ”Antakya’nın Ağıdı”

Önce bir uğultu duyuldu.

Sonra büyük bir sarsıntı ile oynamaya başladı her yerim.

Nasıl tarif etsem bilmiyorum…

İpinden boşalan tespih taneleri nasıl dağılır. Öyle dağıldım.

Uçurum nasıl ayırırsa dağın iki yüzünü, nasıl her ses çoğalarak, birbirine eklenerek, iç içe geçerek haykırırsa ayrılığın acısını öyle haykırdım, acı çektim, inledim.

Dalından düşen yapraklar nasıl yığılırsa üst üste, kapatıp toprağı çürürse üzerinde, öyle yığıldı beton bloklar üzerime. Öyle çürüdüm altında…

Sonra kaçışan insanlar gördüm.

Donup kalan insanlar gördüm.

Gülen, ağlayan, hüzünlenen, acı çeken insanlar…

Ölü çocuklar gördüm… Ezilen küçük yumuk parmaklarından akan kan donup kalmıştı betonların üzerinde.

Üzerine kapaklandığı çocuğu üzerinde son nefesini veren anneler gördüm.

Beton yığınları arasında uzanan eli tutan babanın çaresizliğini gördüm.

Moloz yığınları arasında, tozlar içinde duran fotoğraflar gördüm.

Patlayan bir duvarın içinde dağınık bir yatak, kırık bir vazoda ezilmiş bir çiçek, boşlukta sallanan perdeler, sehpanın üzerinde yarım kalmış bir çay bardağı gördüm.

Gözlerinin altında ölüm damgası vurulmuş nefes alan genç kadınlar gördüm.

Aşkı bir mezar gibi taş yığınları arasında yatan sabit bakışlı, dilsiz delikanlılar gördüm.

Yüreği kurumuş insanlar gördüm.

Tırlardan insan kalabalığının önüne arpa taneleri gibi savrulan eşyaları, altına sığınacak bir parça bez olmayan insanlara yollanan çadırları paraya çevirmek için ruhunu banknota dönüştürenleri gördüm.

Ve uzanan eller, tutan eller gördüm. Hüzünle gülümseyen, acıyı bal eylemek için bir tohum gibi toprağı delip çıkan, tuhaf, insan üstü bir inatla yaşayan ve yaşatan insanlar gördüm. Ölüm kol gezerken üzerimde yumuşak adımlarla yaşamı bir dantel gibi ören insanlar…

Nasıl çıkacağım bu yıkıntılar arasından?

Beynime hücum eden, yüreğimi sıkıştıran bu acıdan nasıl kurtulacağım?

Molozlar altında can çekişen ruhumu canlandırıp, nasıl yeniden yeşereceğim tüm renklerimle bir defne ağacında?

Musa Dağı nasıl nefes alacak yine?

Kel Dağı başını kaldırıp nasıl bakacak yüzüme?

Söyleyin bana ey insanlar!

Söyleyin…

***

Gökyüzünü kaplayan gri bulutlar ufukta koyulaşıyor. Yağmur yağacak… Eskiden çok severdim yağmuru. Etrafımı çepeçevre saran Amanoslardan üzerime ıslak ve yumuşak bir el gibi uzanırdı bulutlar. Toprak kokusu sinerdi her yanıma. Bir de çam…

Taş evlerin küçük ara sokaklarında telaşla koşturan insanlardan Arapça küfürler duyulurdu.

Sonra bir avludan gürültülü kahkahalar yükselirdi.

Bir çocuk sürüsü koşardı üzerimde. Üzerimde gezinen küçük adımlar sonsuz mutluluk çınlayışı gibi kaplardı her yanımı.

En güzel kâğıt kebabı yapan fırının olduğu yerde bir yığın var şimdi.

Kalaylı tepsiler görünüyor yığınların arasından.

Kebapçı Ali yok artık…

Zırhının doğrama tahtasında çıkardığı ses duyulmayacak artık…

Kebap karışımını tepsinin ortasına yığıp usta elleriyle yayamayacak artık…

Pişen kebabın büyülü kokusu bir bulut gibi dolduramayacak havayı artık…

Çocuklarını gördüğünde parıldayan o gözler açılmayacak artık…

Kebapçı Ali yok artık…

***

Bir çocuk tanımıştım.

Her gün Asi’nin kenarına gelip otururdu. Eski zaman dervişleri gibi bakardı Asi’ye. Sonra köprü tarafına doğru yürür ve cebindeki çakıl taşlarını belli aralıklarla birer birer bırakırdı suya.

Niye böyle yaptığını bir türlü anlayamasam da hoşuma giderdi.

Bir dervişle bilim insanı aynı vücuda girmişti ve yeniden doğmuştu belki.

Belki bir deney yapıyor, belki de benimle konuşmaya çalışıyordu…

Ama artık yok Nasır.

Nasır yok artık.

Yok…

Bir şeyin varlığı ağır olur normalde. Nasır’ın yokluğu ağır…

***

Liseli bir genç vardı.

Özgür…

Sarıya çalan bir ceket giyerdi.

Saçlarını spreyle serleştirir, önde bir tutamını alıp alnına doğru bırakırdı.

Bordo kravatına yıldız çizerdi tükenmez kalemle.

Bağıra çağıra konuşur, her sözünü i harfi uzatılmış bir devrim haykırışıyla bağlardı. Aşık olduğunda görseniz tanıyamazdınız. O bağıra çağıra konuşan insan gider sevdiği kızla sessiz sedasız akan bir su gibi yürürdü okul yolunda.

Aşık olduğu kız onu her gün köşe başında beklerdi. Özgür yanına geldiğinde sessiz sedasız yürümeye başlarlardı.

Kız önce alnında parıldayan saçlarına, sonra da gözlerine bakardı Özgür’ün. Ve o birkaç saniyelik bakış bir ışıltı gibi gelip otururdu gözlerine.

Kızarmış yanaklarının üstünde aşkla parıldayan gözlerinde izlerdim kendimi. Ve adımları okşayan bir el gibi rahatlatır, mutlu ederdi beni. Kıza açılmak için her gün prova yapardı Özgür. Ama bir türlü yapamazdı.

Kız öldü şimdi.

Õzgür ise bir yığıntı gibi duruyor okula giden sokağın başında.

***

Helen 17 yaşında. Üzerine devrilen kolonu kaldırdıklarında yeniden hayata döndüğünü düşünerek derin bir nefes aldı. Ağlayarak üzerine kapanan annesine gülümsedi. Ve fısıltıyı andıran bir sesle arkadaşlarını sordu. Annesinin ağlak sesinden birer birer öğrendi tüm arkadaşlarının öldüğünü. Sevdiği çocuğu soramadı utancından. Ama hissetti onunda öldüğünü. Donuk gözleri hayaleti andırıyor artık. Doğduğu kente benziyor Helen. Ölüm damgasını vurmuş gözlerine. Ve yaşam bir eski zaman masalı gibi çınlayıp duruyor içinde.

***

Yumuşak, kadife gibi bir sesi vardı Ali’nin. Herkes o kısa öğle arasında yemeğe koşarken o eve giderdi. Önceleri gebe eşini görmek, büyüyen karnını usul usul okşamak, sonra oğlunun kokusunu almak, küçük parmağını sıkı sıkı tutan yumuk ellerini öpmek için…

Onu her gün sıcak altında, yağmurda yürürken görenler önce merak etmişti. Nedenini öğrendikten sonra ise imrenerek bakmışlardı.

Eşi ve oğlu uyumadan uyumazdı. Ve onlardan önce uyandırdı hep. Onları izlerken ya da dokunurken yüreğinden yayılan titreşimler büyülerdi beni. O cehennem gecesinde Pınar Alpin’in, Ali ise ikisinin üzerine kapanmıştı. Üzerlerine yıkılan betonları kaldırdıklarında bir olduklarını gördüler. Hangisi Alpin, hangisi Ali, hangisi Pınar ayıramadılar. Şimdi üzeri betonla kaplı bir mezarda bir ağıt gibi yatıyorlar öyle. Bazen kalkıp yürüdüklerini düşünüyorum. Ali’nin her gün eve doğru yürüdüğü saatlerde bekliyorum.

Alpin’in küçük adımlarını, bağıra bağıra gülmesini bekliyorum.

Pınar’ın Ali ve Alpin’e bakan gözlerini görmeyi bekliyorum.

***

Hayat yirmi yıl beklemişti Ahmet’i. Çocuğunun olmayacağını söylediklerinde iki gün boyunca ağlamış sonra bir sabah uyanmış ve yanında tavanı izleyen Yusuf’a dönüp ‘hayır’ olacak demişti bıçak gibi keskin bir sesle. Türbe türbe, doktor doktor dolaşmıştı.

Her yerimde ayak izleri vardır Hayat’ın.

Ve sonunda ermişti muradına.

Gebe kaldığını öğrendiği güne dair ne anlatsam az kalır…

Yusuf’un Ahmet’i kucağına aldığı an’a dair ne söylesem az kalır.

İşte o Hayat şimdi el kadar bir mezarın başında.

Toprağı tırnaklamaktan yaralı elleri mosmor.

Gözlerinin altındaki siyah halkalar her gün biraz daha koyulaşıyor.

İşte o Yusuf şimdi bükülen omuzlarının üzerinde zorla duran başını kaldırmıyor yerden.

Ve boğuk bir sesle ikna etmeye çalışıyor Hayatı oradan ayrılmaya.

Üzerimde hışırtılar içinde gidip gelen tırnak sesi bitmeyecek gibi geliyor bazen. Üzerime bastığı her yer bir türbe olacak, sonsuz bir yas içinde boğulacak mışım gibi geliyor bazen…

***

Uzun boyu ve büyük adımları ile dev bir çekirge gibi zıplar gibi yürürdü Halil.

Her zıplayışında yarattığı titreşimlerden anlarlardı gelişini.

Geç aşık olan insanların sabırsızlığı vardı hareketlerinde.

Zübeyde her akşam sabırsızlıkla beklerdi onu. Gökyüzünden üzerine düşen bir mutluluk gibi hayal ederdi Halil’i. Hele çocukları olduktan sonra daha bir masalsı olmuştu her şey. Halil’in her şeyi hızlı hızlı yapıp etmesinden hem korkar hem de garip bir mutluluk duyardı. Bir katıklıyı bir lokmada yer, bir duble boğmayı bir yudumda bitirirdi.

Şimdi Zübeyde yok. Büyük kızı Sena ile sonsuz bir uykuda.

Küçük kızı Lena’yı hastane odasında ziyarete giderken ayaklarını sürüyerek yürüyor Hâlil. Ve her akşam boğma içerken eski günlerini hatırlayarak o cehennem anına geri dönüyor.

Yastığının altına koyduğu sicimi çıkarıp izliyor donuk gözlerle. Bir an karar veriyor intihar etmeye. Diğer an Lena düşüyor aklına. Ağlamaya başlıyor. Ve çıkardığı sicimi gerisin geri koyuyor yastığın altına. Her akşam tekrar ediyor bu sahne.

Bir yanı Zübeyde ile Sena’nın yanında Hâlil’in.

Diğer yanı bir hastane odasında Lena’nın yanında.

***

Ne olacak şimdi?

Nasıl sileceğim bunca acıyı?

Nasıl doğacağım yeniden?

Değiştirdiğim bedenlere yenisini ekleyebilecek miyim?

Başımı kaldırıp Musa Dağı’na gülümseyebilecek miyim mesela?

Kel dağı bulutlar üzerinden bakabilecek mi yüzüme?

Söyleyin ey insanlar!

Söyleyin…

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER