Cumartesi, Nisan 27, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıGarip Turunç Yazdı: Günümüzdeki 'Sessizliğin Hakimiyeti'

Garip Turunç Yazdı: Günümüzdeki ‘Sessizliğin Hakimiyeti’

Garip Turunç‘un kaleminden:

İtalyan filozof Niccolò Makyavelli(Makyavel), 1513-1517 yılları arasında Roma tarihçi Titus Livius’un İlk On Kitabı Üzerine Söylevler’i yazar. Kısa adı ile “Söylevler” ya da “Konuşmalar” olarak bilinen bu yapıtta özetle, bir cumhuriyeti gerçek anlamda cumhuriyet yapan olgunun halkın kamusal alanda kendisini yüksek sesle ifade edebilmesi olduğunu söyler, yani halkın konuşamadığı, susturulduğu yerde cumhuriyet yoktur; sessizlik, cumhuriyeti yozlaşmaya ve çürümeye götürecektir.

Öğrenim ve akademik hayatımı geçirdiğim Bordeaux Üniversitenin adını taşıyan Montesquieu (1689-1755) de Makyavelli’ye hak vererek şöyle der :

“Genel bir kural olarak, kendisine cumhuriyet adı veren bir devlette ne zaman herkes sakin, sessiz görünüyorsa, orada özgürlüğün bulunmadığından emin olunabilir.”

Türkiye’de 15 Temmuzdan sonra yaşan süreç Makyavelli ve Montesquieu’nün bahsettiği anlamda, “sessizliğin hâkimiyeti” söz konusudur ve burada bir cumhuriyet yoktur. İktidara göre 15 Temmuz ile beraber yeni bir “istiklal” mücadelesi başladı. Bu yeni “mücadelede” slogan “tek millet, tek vatan, tek bayrak”. Teklik ne var ki sadece vatan, bayrak ve millet ile sınırlı değil. “Tek fikir, tek ses” diye devam etmek gerekir. En kısık halinde de olsa farklı bir sese yer yok.

Neyin yanlış neyin doğru olduğuna, neyin söylenip neyin söylenemeyeceğine tek bir kişi karar veriyor. O tek kişi herhangi bir konuda konuşmadıkça kimse fikir beyan etmek istemiyor. Etrafındakiler açığa düşmekten korkuyor. Ve Herkes susuyor, tek bir kişinin konuşması bekleniyor. Tek kişi konuştuktan sonra konuşanlar, ya tek kişinin söylediklerinin tamı tamına aynısını söylüyor ya da o tek kişiyi doğruluyor, övüyor; her şeyin en doğrusunu en iyisini o biliyor. Bundan şüphe duymaya izin bile verilmiyor.

‘SİZ İZİN VERMEDEN SÖYLER MİYİM ?’

Geçen Aralık ayının başında Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ile AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında ilginç konuşmayı TV’da izlemişsinizdir.

Bakan Koca, hekimlere yapılması planlanan zam oranlarına ilişkin gazetecilerin sorularını yanıtlarken yanından geçen Erdoğan, gazetecilere dönerek, “Ne söyledi? Para pul söylemedi mi?” diye sordu.

Erdoğan’ın sorusu üzerine Koca gülümseyerek, “Hiç söylemedim. Söyler miyim efendim, siz izin vermeden söyler miyim?” yanıtını verdi.

Gazetecilerin “Detaylar öğrenebilir miyiz?” sorusu üzerine Erdoğan, “5 bin, 2 bin 500… Bu tür zamlar geliyor” ifadelerini kullandı.
Erdoğan, “Anlat” deyince Bakan Koca şunları söyledi: “Bütün pratisyen hekimlere 2 bin 500, uzman hekimlere 5 bin diş hekimleri dahil olmak üzere bir düzenleme bugün Meclis’te, bütün vekillerin desteğini bekliyoruz.”
Erdoğan, Koca’nın açıklamasının ardından gazetecilere dönerek “Nasıl, iyi mi?” diye sordu.

ÇOK MU KORKAĞIZ ?

Çok mu korkağız bilemiyorum. Korkak olduğumuz için de tek millet olamıyoruz belki…
Bu ülke ne badireler atlattı: Zulme uğrayanlar, zulmedenler… Dönem değişti, kimi zamanlar zalimler ile mağdurların yeri değişti. Zulmetmek hep baki kaldı … Ama biz hiç değişmedik. Kutuplaştırılmaya, diğerini düşman görmeye meğer biz de çok bir hevesli imişiz. Hiç ders almamışız ve almıyoruz… Hiç bu ayrıştırılmaya öfkelenmiyor, zalimlere yeter artık zulmünüz, yeter kandırmalarınız diyemiyoruz…
Geçenlerde muhalefetten bir siyasetçinin şu lafı ettiğini duydum: “Bu millet susuyorsa, asaletindendir…”

Hayır efendim. Bu işin “asalet”le filan izah edilebilecek bir tarafı yoktur. Bu millet susuyorsa, sindirilmişliğinden ve korkutulduğundandır. Belki de bu sebeplerle hayata karışma ve insanlarla ilişkiler konusunda yabanî, tedirgin, hatta acemiler… Bu pratik hayata ‘dahil olamama’ durumu Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında” mısraında görülmekte. Düşünün! Yaşanan hayatın ne içine girebiliyor, ne de dışına çıkabiliyorsunuz. Tam bir eşikte kalma, bir ikilem, tedirginlik, yabanilik, uyumsuzluk ve yalnızlık hâli…

Gençlerimiz mutsuz, gençlerimiz ülkeden gitmek istiyor diye üzülürken gördük ki gençlerimiz yaşama isteklerini de kaybetmeye başlamış… Bir tıp fakültesi öğrencisi Enes Kara’nın intiharı ile kahrolduk geçen hafta. Videosu bir çığlık, sarsıcı, hüzünlü bir tokat oldu. Derin bakışlarından süzülen mesajı tüm ağırlığıyla gündeme oturdu; maskelerimizi indirdi. Enes’in seçiminin bu kadar çok tepki alması, pek çok berbat halimize aynı anda güzel yüzündeki ışığı tutmasından kaynaklandı. Genç bir insan, yaşamını sürdürmekten bilerek, isteyerek vazgeçti. Tek millet Türkiye bölündü gene, bu hazin ölüm masaya yatırıldı. Tartışıldı, tartışıldı. Son ve bir tek söz olan ölüm üzerine, koca koca cümleler her mahallenin meşrebine göre arka arkasına sıralandı. Hoyrat yorumlar havada uçuştu, kavramlar birbirine karıştı: Cemaat ile tarikatı birbirinin yerine kullananlar mı dersiniz, ateisti küfür yerine savuranlar mı ararsınız… Oysa Enes bakmaya ve acizliklerimizi göstermeye devam ediyordu.

BİREY OLAMIYORUZ

Türk toplumu ne yazık ki, gerçek anlamıyla millet olamadığı için insanımız da kendini gerçekleştirmesi ve geliştirmesine anlamında birey olamıyor. Binaenaleyh şu ya da bu zümrenin (tarikatın, camaatın) -hatta güruhun- üyesi olarak öbür zümrelerin rakibi veya düşmanı olmak bakımından bir kimlik edinebilen kişiler için ‘toplumsal rol’ bu taraftarlık/karşıtlık bağı tarafından tayin ediliyor. Kendi bağımsız kişiliğini geliştiremediği için grup kimliği kişiliğinin yerine geçiyor.
Grup mensubiyeti ve grup çıkarlarını savunma güdüsü insan olarak bizim tabiatımızda var. Toplumsal bir varlık olmanın sonucu bu. Ne var ki bir topluluğa aidiyet veya taraftarlık duygusunun fanatizme dönüşmesi, ‘öteki’ olanı düşman olarak algılamaya ve yok etmeye yöneltmesi elbette olumlu görülemez. Zira fanatizm diyaloğun ve müzakerenin ortadan kalktığı, empatinin ve karşılıklı anlaşmanın imkanının tükendiği, rasyonalitenin terk edildiği bir aşama. Cemil Meriç’in ‘izm’ler için söylediği sözü ödünç alırsak, ‘idrakimize deli gömleğinin giydirildiği’ aşama.

Dolayısıyla taraftarlığın nerede bitip fanatizmin ve gericiliğin nerede başladığı önemli. Çünkü bu problemli noktanın tespit ve teşhisi yapılamazsa hastalığın tedavisi de mümkün olmayabilir. Şu da var ki bir topluluğun böylesi bir hastalıkla hayatını çok uzun bir müddet sürdürebilmesi zordur. Daha hayati bir evreye geçilmeden teşhis ve tedavi gerekir.

İRTİCA (GERİCİLİK) HASTALIĞIMIZ

İttihat ve Terakki’nin kurucularından Ahmet Rıza Bey bundan 130 yıl önce, bütün devrimcilerin dikkatini ve telaşını memleketin başındaki bir adamı devirmekte toplamışken, o Abdülhamit’ten daha büyük bir adamın varlığına kafa yormuştu: Hasta adam.

Osmanlı’nın içinde bulunduğu felaketin Batılılar tarafından karikatürleştirilmiş ifadesi idi hasta adam. Jöntürkler, kişilerin istibdadını sona erdirmek, yürümeyen bürokrasiyi iyileştirerek ve meşrutiyeti sağlamanın hastalığa ilaç olacağına inanmışlardı. Pozitivizmi tam anlamı ile kavramış olan Ahmet Rıza, kişilerin devrilip yönetim modelinin iyileştirilmesini devrim olarak nitelendirmemiş, devrimi toplumsal yapı değişikliğinde anlamlandırmıştı. Ona göre hasta adam yoktu, hasta toplum vardı. Toplumun hastalığı ardı kesilmeyen devrimlerle, sağlam hazırlanmış eğitim programları ile, hür basın ve laik toplum düzeni ile tedavi edilmeliydi.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde gerçekleşen Türk ulusal devrimini başarılı kılan olgu da buydu. Ancak büyük kumandanın ebedi istirahata çekilmesinden yıllar sonra vicdana kara çalan, gözlere perde indiren hastalık tekrar baş göstermişti. Yenileyen bu hastalığın adı şüphesiz irtica (gericilik) idi. Enes Kara intihar olayından önce, geçtiğimiz haftalarda bir “vakıf” bünyesinde faaliyet gösteren tarikat yurdunda 18 yaşında Mehmet Sami Tuğrul gencin satırla başı aynı irtica tarafından kesildi.

Enes’in, Mehmet Sami’nin ölümü, bir sonuçtur. Bu sonuca götüren iki sorumlu var : Aile ve devlet. Bir yanda evlatlarını kendilerinin emir eri sayan muhafazakâr aileler, öte yanda temel yaşamsal kamusal gereksinimleri karşılama işini şahıslara devredip elinde copla yurttaşının üzerine yürüyen devlet ve nihayetinde laiklikten nefret eden neoliberal İslamcıların her kurumda baş köşeye oturttuğu tarikatlar. Enes ve Mehmet, bu aile ve devletin aynı noktada buluşan yanlışlarının bir sonucu olarak yaşamlarına son vermek zorunda kaldı.

Enis Kara’nın babası, “Cemaatin 25 yıldır içindeyim. Kaldığı yerde hiçbir sorun yoktu. Ahiretine faydası olsun istedim. Birkaç ayda alışır dedim” ifadesini kullandı. Açıklamasını duymadan önce Mehmet Sami Tuğrul adına kahrolduğumuz babası ise kan donduran şu açıklamada bulundu: “Biz bugünü düğün gecesi olarak düşünüyoruz Mevlana’nın diliyle. Evet, önü vahşet gibi biz arkasındaki rahmete talibiz.”

Sağlıklı bir zihinden asla çıkmayacak bu sözler irtica hastalığının korkunçluğunu gözler önüne serdi. Vahşetin ardında rahmet arayacak bir çaresizliğin içinde kaç Türk genci daha heba olacak? Evladını kaybeden bir babayı düğün gecesinde hissettirecek bu histeri nöbetine hangi aydının reçetesi fayda eder? “Dindar nesil yetiştirme” projesinin bir getirisi olan tarikat yurtları bugün en büyük milli eğitim sorunlarımızdan biri haline dönüşmüştür. Fikri hür vicdanı hür yetişen nesiller dilerlerse dindar olabilirler…

ÖLÜM ACISI BİLE BÖLEBİLİYOR BİZİ…

Hani millet olmak duygudaşlık demekti…
Enes Kara  ve Mehmet Sami Tuğrul’un intiharı sonrası ölüm acısı ile bölünebilen Türkiye bu kez bölünmedi ama sustu. Şaşırarak takip ettim. Ölüme eşlik eden bir sessizlik… Muhalifi yandaşı hep birlikte sessiz, suskun kalabildi.
Ölümde acılarla, kederle birlikte eşitlenir tüm insanlar. Irk yoktur, milliyet yoktur, cins yoktur, inanç yoktur, ideoloji yoktur, kimlik yoktur ölümde. Ama bizde böyle olmuyor işte. Roboski’de 34 can katledildiğinde 36 saat susmuştu Türkiye. Şimdi ise gençlerin ölümü arka arkaya gelirken toplumsal vicdanın haykırması gerektiği bu zamanda dilsizleşme noktasına geldi ülke.

KHK icadı ile gün gelecek yüzleşeceğiz. O zaman utanacak mıyız? Ölüm karşısında bile sustuk, dilsizleştik diyebilecek miyiz?
“Türk milleti adına” karar verenlerin çoğunluğu hukuk pusulasını çoktan yitirdi. Bu yetkiyi veren topluluk da duygudaşlığını yitirdiği gibi toplumsal vicdanını da tüketti anlaşılan. Değerlerimizi tükettik ama hep birlikte korkmayı öğrendik… Korkuyu öğrendiğimiz gibi sıradanlaştırmayı da başardık.
Hasılı, günümüz Türkiye’si “Ortaçağa dönüş”ün giderek bir metafor olmaktan çıktığı ve hakikatin kendisine dönüştüğü bir yer olmaya doğru hızla ilerliyor. Üstelik bunun meşruiyeti milliyetçilik soslu dincilikle, yedi düvele karşı savaş iddiasıyla ve İkinci Milli Mücadele yalanıyla sağlanmak isteniyor.

Yazık hepimize.

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER