Perşembe, Mayıs 2, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıGarip Turunç'un Kaleminden: Bir Türlü Gerçekleşmeyen Değişim

Garip Turunç’un Kaleminden: Bir Türlü Gerçekleşmeyen Değişim

Garip Turunç Yazdı: Bir Türlü Gerçekleşmeyen Değişim

Fransa’da yaşayıp Türkiyeli olmak sıkıntılıdır. Gençliğinizde size bu ülkede hiçbir şeyin değişmeyeceği söylenir; siz itiraz edersiniz, artık her şeyin daha farklı olduğunu, Türkiye’nin aynı Türkiye olmadığını, bu sefer yaşananların eskisinden çok farklı olduğunu söylersiniz. Derken zaman geçer ve kendinizi aynı şeyleri bir sonraki nesle söylerken bulursunuz.

Bu niçin böyle olur sizce? Başka ülkelerde insanların kendilerini anlamlı bulmalarıyla sonuçlanan birtakım değişimler mümkünken, bizde niye olmaz? Gerçeğe bakarsak bizde de bir sürü hem de gayet hızlı değişimler olmaktadır; ama işin esası odur ki, bu değişimler bizi kesmez…

Bu sadece bir azgelişmiş ülke insanı doymazlığı veya takıntısı değildir. Hepimiz esas değişmesi gereken şeyin aynen durduğunun, hatta geriye doğru gidildiğinin farkındayızdır. Bu bir türlü gerçekleşmeyen değişimin alanı zihniyettir.

Batı bizden farklı bir zihniyettedir ve bizim kafamızda gidilecek bir sonraki merhale de Batı gibi olmaktır. Dolayısıyla Batı’nın yaşadığı ufak değişimler bizce yeterlidir, çünkü onlar büyük değişimin zaten içindedirler. Oysa biz büyük gözüken ne kadar değişim gerçekleştirsek de yerimizde sayarız, çünkü asıl değişimin adımını bir türlü atamayız.

Gerçekleşmesi gereken değişim ise Aydınlanma terimleriyle ifade edilir: Birey, özgürlük, kamusal alan ve bunun gibi diğerleri. Modernlik ve çağdaşlaşma bu kavramları içselleştirip hayata geçiren toplumların becerisidir.

Bu açıdan bakıldığında kendi toplumumuz ümitsiz durumdadır: Cemaatçilik daha da yerleşik hale gelmekte, Aydınlanma geleneğinden hızla koparılarak, bir “yeni ortaçağa”, modernite, hatta Rönesans öncesinin karanlığına sürüklenmekte, giderek eşitlik, demokrasi, özgürlük ideallerini kaybederek, bir ümmet olmaya doğru yeniden şekillendirilimektedir.

GERİCİ OLMAK

Geçen hafta Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul milletvekili Oya Ersoy, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda, “Öğretmenlik Meslek Kanunu” hakkındaki görüşmeler sırasında söz aldı ve şöyle dedi:
“Size neden gerici diyoruz biliyor musunuz? Çünkü sizler 500 yıl geride kalmış Osmanlı’yı, 1500 yıl geride kalmış din esaslı toplum düzenini yeniden hortlatmaya çalışıyorsunuz. Biz kadınlar özgür olabileceğimizi öğrendik ve ne 500 yıl ne de 1500 yıl öncesine gitmeye niyetimiz yok. Götüremezsiniz.”
Ersoy’un bu sözlerini iktidar çevreleri “hakaret” diye nitelendirdi. Bunun teknik olarak “hakaret” suçunu oluşturmadığı, üzerine tek kelime etmeyi gerektirmeyecek denli açık. Özetle bir kadın, dine dayalı bir siyasi sisteme karşı olduğu, mevcut haklarını ve eşitlik ilkesini savunduğu için saldırılara maruz kaldı.  Siyasi çevreler ise oy kaygısıyla bir kez daha dini ve manevi hassasiyetleri hukuki ilkelerin önüne geçirerek pozisyonlarını belirlemiş oldular.

Gericilik kavramı, Türkiye bağlamında, 1908’de başlayıp 1930’lara kadar uzanan anayasal devrime karşı çıkan öznelerle anlamını bulur. Modernleşmeye karşı aşiretçiliği, cumhuriyete karşı monarşiyi, laikliğe karşı şeriatı savunmak gericiliktir. Bu son derece net bir gerçektir. Hatta nesnel dayanaklar aranıyorsa hukuk düzeninin gericiliğe karşı hükümleri buna örnek gösterilebilir.
Anayasa’nın başlangıç kısmında “Türkiye Cumhuriyetinin ebedi varlığı, refahı, maddi ve manevi mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde” olduğunun yazılması veya toprak reformuna dönük kimi belirlemeler (md. 44) feodal gericiliğe karşı asgari bir eşiği dile getirir.
Öte yandan, Anayasa’daki (md. 2) Cumhuriyet ilkesinin değiştirilemezliği, monarşik gericiliğe karşı bir emniyet sibobudur. Bu, Kurucu Meclis tutanaklarına, “irtica” terminolojisiyle aynen yansımıştır.
Benzeri laiklik ilkesi için de geçerlidir. Anayasa’da “kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı” kuralı ile “Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri” istismar etme ve kötüye kullanma yasakları (md. 24) bu gericiliğe karşı getirilmiştir.
Bu bağlayıcı objektif hukuk metinlerinden çıkan sonuç şudur: Gericilik kavramı, iddia edildiği kadar öznel değildir.
Ülkede laiklik fiili olarak adım adım silinirken bu temel ilkeyi her ne cepheden olursa olsun savunanların ateş altında kalması gibi. Laiklik, yalnızca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değildir. Laiklik, inanç özgürlüğü, ifade özgürlüğü, eşit yurttaşlık hakkı ve dini dogmalardan bağımsız çağdaş, uygar bir toplumsal yapının garantisidir. Laiklik, bireylerin temel insan haklarını, çoğunluğun baskın fikirlerine, inançlarına ve zorbalığına karşı korur. Ve insanlığın yüzyıllar içinde kazandığı eşitlik, özgürlük ve adalet gibi evrensel haklarının sürdürülmesi için temel teşkil eder.
O halde siz söyleyin… Tüm bu değerlere karşı çıkanlara ne diyelim?
GERİCİ FİKİRLERLE GÜÇLENEN TÜRKİYE

Kadir Has Üniversitesi’nin yıllık “eğilimler araştırması” da bu gerici gelişmelerin sonuçlarını yansıtıyor: Ülkemizin gündeminde özgürlük gibi bir sorun yok: hak ve özgürlükler, iki yıl önceki anketlerde yüzde 3 ile en önemli sorunlar listesinin sonunda yer alıyor. Vatandaşlarımızın yüzde 60’tan fazlası yargının siyasallaşmadığını düşünüyor. Bu oran 2015’te yüzde 30’lardaymış.

Aklıma ülkemizin güzide şehirlerinden Tarsus’ta doğmuş, “Bilgelerin bilgisini, filozofların içi boş mantığını yok edeceğim” diyen Aziz Paul; içtihat (anlayış, kavrayış, görüş) kapılarını kapatan, İslam dünyasına büyük tesir eden âlim Gazali geliyor. Ortaçağ karanlığı derken abartmıyorum: Bilime, felsefeye düşmanlık işte böylece yerleşerek insanlığın aklını kararttı.

Yirmi yılı aşkın bir süredir toplumun içine battığı krizin sonuçları sadece ekonomik değil. Bu kriz aynı zamanda toplumun gerilemesine de yol açrştu. Her türden gerici fikirler güçlendi, bunların arasında batıl inançlar, gizemli tasavvufi, dini inançlar ve her türden mantığa, bilime, sanata karşı olan karanlık, gerici fikirler ön plana çıktı.
En tepeden yapılan siyasi açıklamalarda hukuki ilkelerin değil Allah’ın ve dini referansların öne çıkarılması gibi.  Kadın-erkek eşitliğinin fıtratlarına aykırı olduğunun her fırsatta altının çizilmesi gibi. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin garantisi olan İstanbul Sözleşmesi’nin ‘kutsal aile yapısı, manevi ve dini değerlere aykırı’ olduğu iddiasıyla bir gecede silinip atılması gibi.  Her türlü ideolojiden, dogmadan ve siyasetten bağımsız olması gereken Merkez Bankası’nın Nas suresine göre faiz kararı belirleyeceğinin açıklanması gibi…
Fikir hayatında, sırf düşünceleri yüzünden gördüğü zulümleri anlatan Hataylı hemşehrimiz merhum Meriç, “kanun hiçbir itizale göz açtırmamış” diye yazar, itizal yani farklı, aykırı düşünmek…

Bilgilenme karşıtı bu psikolojiye Cemil Meriç “obskürantizm” diyor, “her aydınlığı yangın sanarak söndürmeye kalkmak” diye tanımlıyor, “en büyük düşmanımız”ın bu olduğunu söylüyor:

“Kâh Batıcılık olmuş, kâh Batı düşmanığı. Her izm onun himayesinde sahneye çıkmış. Bu yedi ceddi yabancı âlüftenin (tabirlerin) dilimizde adı yok, Batı ‘obskürantizm’ demiş…”

Obskürantizm yeni sözlüklerde ‘bilmesincilik’ diye tercüme ediliyor.

Edebiyatın en hüzünlü şairi Ahmet Erhan Alacakaranlıktaki Ülke’yi yazmıştı yıllar önce ve yazık ki ülkemiz hâlâ karanlıkla sınanıyor.
Karanlıktan kastım, hem gerçek bir karanlık hem de mecazi.
İkisi eş zamanlı büyümekte ve yürümekte…
Eğer Türkiye’nin aydınları, siyasileri, düşünürleri bu ülkenin Batı’ya benzemesini, Batılı olmasını istiyorlarsa; yüzlerini içeriye dönmeleri, bu karanlıktan nasıl çıkılacağına yönelik düşünmesi gerekir.

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER