Cumartesi, Mayıs 11, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıProf. Dr. Garip Turunç Yazdı: ''Cumhuriyet'in Bitmeyen Alevi Sorunsalı''

Prof. Dr. Garip Turunç Yazdı: ”Cumhuriyet’in Bitmeyen Alevi Sorunsalı”

Alevi sorununun farkında olmak ama onu çözmeden bırakmak, Türkiye toplumunu psikolojik açıdan fazlasıyla sıkıştırıyorsa da, son yıllarda artan antidemokratik görüntüler ve söylemler, bu sorunu cesur politikalarla çözebilezcek bir siyasi akıl kaldı mı sorusunu akla getiriyor.

Sorun, Türkiye halkınının devlet tarafından üretilen bir ‘Türk’ kimliği üzerinden milletleşmesi. Cumhuriyet, öezllikle 1924’lerden itibaren İttihat ve Terakki ideolojisini bir uzantısı olarak, tek etnik kimlik, tek dil, tek din, tek mezhep ve tek kültür üzerinden tekçi ideolojiyi egemen kılmaya başladı. Türk olmak asıl unsur, Sünni olmak ise bu unsurun tanımlayacısi oluyordu.

Aleviler, Ortodoks Sünni inancı merkezde dayatan imparatorluk döneminde, kanlarının dökülmesini meşrulaştıran fetvalar doğrultusunda uğradıkları katliamların etkisinin sonucu olarak bie umut olarak Cumhuriyet’e sahip çıkma noktasına gelmişlerdi. Rejimin devrimlerle geçmişi koparmasınının yarattığı yanılsama ve kurgulanan laiklik anlayışı Alevilere geçmiş acı deneyimleri nedeniyle bir kartarıcı formül gibi gözüktü. Hatta bu durum Türk Alevilerin Kürtlerin durumlarını anlayamamalarına ve Türkleştirme politikalarına alet olmalarına neden oldu. Oysa amaçlanan Alevilerin kendi felsefelerine özgü bir inanç sistemini özgürce yaşamaları ve geleneklerini devam ettirmeleri olmayıp, başat ve denetim altında tutulan İslam anlayışı içinde yer alıp, değişmeleri yani asimile olmalarıdı. Asında bu anlamda Cumhuriyet’in plitakasısının Osmanlı politikalarından bir farkı yoktu. Üstelik Cumhuriyet, bu tekçi ve asimilasyoncu anlayışı kanun ve kurumlarla tahkim etmeyi bilecekti.

Nitekim Cumhuriyet’in ilanından iki yıl sonra 30 Kasım 1925’te çıkarılan 677 sayılı kanunla tekke ve zaviyeler, türbeler kapatılıyor, dinsel, geleneksel şeyh, seyit, derviş, dede gibi unvanlar ve bunların kullanılması ile birlikte falcılık ve üfürükçülük faaliyetleri yasaklanıyordu. Mustafa Kemal, bu kanunu Nutuk’ta şöyle savunmaktadır : “Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere hayatlarını emniyet eden insanlardan oluşan bir kitleye medeni bir millet nazarıyla bakılabilir mi ? Efendiler ve ey millet; biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler ve müritler memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat medeniyet tarikatıdır.”

Tekke ve zaviyelerin kapatılması, dinsel unvanların yasaklanması Alevileri doğrudan etkiledi. Oysa Aleviler Cumhuriyet’in ilanını ve halifeliğin kaldırılmasını sevinç ve umutla karşılamışlardı. Mustafa Kemal, Milli Mücadele yıllarında Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı ziyaret etmiş, Alevi önderleriyle görüşmüş, onların desteğini almıştı. Sünni Müslümanlar camilerde ibadetlerini yapabileceklerdi. Losan Anlaşması gereğince azınlık statüsünde kabul edildikleri için gayrimüslim yurttaşların da ibadet mekânlarına dokunulmamıştı. Ancak bu kanunla Alevilerin pirleri, dedeleri yasaklanmış, tekkeleri ve Alevi dergâhlarının en eski ve önemlisi olan Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhını kapatmıştı. Bu kanun Aleviliği yasaklıyordu. Çünkü Alevilerin inanç ve ibadetlerini yaşayacğı mekânlar ve inanç önderleri yasaklanmıştı. Alevilere tek yol kalıyordu, inançlarından vazgeçerek camilere gitmek. Bu açıkça Sünnileştirmeye yönelik, manevi şiddet ve cebire dayalı asimilasyon politikasıydı. Rejimin medenileşmekten  anladığı şey, tek tipleşmek ve asimile etmekti. Bu kanun 1982 Anayasa’sının 174. Maddesinde anayasal teminat altında varlığını sürdürmektedir. Bu maddeye göre sözkonusu kanunun Anayasa’ya aykırı olduğunu anlamaya ve yorumlamaya imkân bulunuyor. Hacı Bektaş-ı Veli Degâhı ise Alevilerin tüm taleplerine rağmen geri verilmedi ve bu dergâh, Vakıflar Müdürlüğü’ne bağlı bir müze statüsünde açıldı.

Kuşkusuz rejimin tekçin ideolojisi ve dayattığı kimlik karşısında hem Kürt hem Alevi olmak hedef hâline gelmek ve daha çok şiddet görmek demekti. Milli Mücadele dönemi olan 1921’de Sivas’ın İmrelı ilçesinde bir Kürt Alevi bölgesi olan Koçgiri’de yapılan katliam Dersim katliamından 17 yıl önce gerçekleştiriliyordu. 1937-38’de Dersim’de yaşanan yine Kürt Alevilere yönelik katliamdı. Aleviler tek partili rejim döneminde olduğu gibi, çok partili rejime geçildikten sonra da katliama uğratıldılar. 1978 Maraş, 1980 Çorum ve 1993 Sivas katliamları.

Cami, imam, Dinayet İşleri Bakanlığı, oruç ve dinî bayramlar ritüelleri arasında sıkışmış ve kendi inancını yaşayamaz ve üretemez hâlâ gelmiş Alevilerin hayatı zorlaşmış, manevi baskı ve şiddet yoluyla asimilasyon kaderleri olmuş durumda.

Son yirmi yıllık AKP pratiği de yukarıda bahsettiğimiz yok saymaya kendi ‘özgünlüğünü’ katmaktadır: Sorun alanına el atarak çözüyormuş gibi yapıp kendisine bağlamak! Yüz yıllık inkârın biçtiği dikiş tutmaz elbiseye sığmayan Alevileri kendince tanımlayarak bir başka biçimde inkâr etmek, ‘tanımlayarak tanımak’, daha doğrusu tanımlayarak bağlamak!..  Bu sürecin 20 yıl içinde farklı fazları oldu. ‘Açılım’ denerek Diyanete bağlamak istediler önce. Sonra Fethullah patentli cami-cemevi projesi… Alevilerin yoğun itirazları bu girişimleri akamete uğrattı her defasında. Bugün de tam da seçim öncesi cemevlerini Kültür Bakanlığı’na bağlamakla ‘açılım’ı tamamlamış oldular! İlle de bir yere bağlayacaklar yani; Diyanet olmadı Kültür Bakanlığı’nda bir sandalye verelim canlarımıza!

İslam-içi folklorik, kültürel bir renk biçimindeki Alevilik kurgusuyla, Aleviler içinde bir kesimi maaşa/ayrıcalığa bağlayarak işbirlikçileştirmek, eklenti yapmak… Böylece tanımış gibi yapıyor, ‘tanımlayarak tanımaya’ dönük tartışmayı da bir “torba yasa”‘ile çözüm’ diye sunuyor, “işte çözüyorum” diyorlar.

Alevilerle ilgili “çözüm”bu bakış açısıyla olmaz, sonuç vermez. Din, Din, ırk, mezhep üzerinden sağa sola savrulmak yerine, “temel hak ve özgürlükler” üzerinden herkesin hakkını ararsak, o zaman herkes “eşit yurttaş” olduğu anımsayacak. Bazı yurttaşlarımız kendilerini “Önce Türk/Sünni sonra insan” olduklarını hissetmeyecek. “Önce Alevi sonra insan” da olmayacaklar. Hep birlikte önce “insan” olacağız, sonra da ne istersek o olacağız. Müslüman kimliğimizi özgürce yaşayacağız, “inanç özgürlüğünün” yanı sıra “inanmama özgürlüğünü” de saygıyla karşılayacağız. Bu da köklü bir demokratik zihniyet dönüşümünü gerekli kılıyor. Yasalar değişir, reformlar olur ama bunlardan belki de daha önemli olanı, önyargıların işgalindeki kafaların değişmesidir…

 

 

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER