Pazar, Mayıs 5, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıProf.Dr.Garip Turunc yazdı NEDEN BİZDE ELEŞTİRİ VE İTİRAZ KÜLTÜRÜ YOK ?

Prof.Dr.Garip Turunc yazdı NEDEN BİZDE ELEŞTİRİ VE İTİRAZ KÜLTÜRÜ YOK ?

                                    

 

Prof.Dr.Garip Turunc yazdı

NEDEN BİZDE ELEŞTİRİ VE İTİRAZ KÜLTÜRÜ YOK ?

 

Alman Filozof Arthur Schopenhauer, dilimize “Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine” adıyla çevrilen eserinde, insanın neden eleştiremediği, otoriteye neden boyun eğdiği ve fikirlerini beyandan niçin kaçındığına dair şu cümlelere yer verir:

 

“Cehalet ancak zenginlikle bir arada bulunduğu zaman soysuzlaştırıcıdır. Sefalet ve ihtiyaç, yoksul insanı sınırlar; onun işi yahut uğraşı bilgisinin yerini alır ve düşüncelerini işgal eder.”

 

Beni bu satırlarda, cehaletin zenginlik ya da makam-mevki ile buluşarak soysuzlaştırdığı insanlar değil, sefalet ve yoksulluğun mûti, çaresiz, suskun, mahkûm ve mecbur kıldığı insanlar ilgilendiriyor. Gerçekten de öyledir; insanı susturan, itaate zorlayan ve düşünmekten uzaklaştıran başlıca etkenlerden biri, sefalet ve ihtiyaçtır… Yoksulluk, sadece ihtiyaçlarının ve maişetinin peşinde koşan, düşünmek ve eleştirmekten uzak duran, Yahya Kemal’in deyişiyle, “uslu ve uysal bende”lere dönüştürür insanı!..

 

Schopenhauer’in yukardaki cümleleri, bana Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” eserindeki zavallı Hayri İrdal’ını hatırlattı!.. Çünkü o da “ihtiyaç ve mahrumiyet”lerin bağladığı, mûti, suskun, mahkûm ve mecbur bir insandı. Bazı yönleriyle Anadolu’daki Müslüman halka benzer. Onlar gibi, Şark’ın insanı uyuşturan rüya âleminde, meselâ mahalle kahvesinde, “esâfil-i Şark”ın, “şişçiler”in arasında ya da Seyit Lütfullah’ın hurafeler mektebinde, dünyadaki ilerlemelerden bihaber, işsiz-güçsüz, avare dolaşıp durur…

 

Ama sonra, tanıştığı devletlü Halit Ayarcı’nın sihirli eli, fakir İrdal’ın omuzlarına dokunup, bakışı da gözlerine değince ve kendisine münasip bir “makam” bahşedilince, sefaletten kurtulur kahramanımız. Başlarda Ayarcı’ya bazı konularda safça itiraz edecek olursa da, daha sonra “uslu ve uysal bir bende”ye dönüşür; yalana ayak uydurur… Çünkü devlet, Yahya Kemal’in de tespit ettiği üzere “uslu ve uysal bende”ler ister… Bunu, zamanla kavramıştır İrdal. Ve sonunda o itirazsızlığın, yutkunmaların ve boyun eğişin arkasındaki gerçeği itiraf eder. Kendi kendine der ki:

 

“Halit Ayarcı’yı tanımadan evvel hayatın ne idi? Şimdi nesin? Düşün Edirnekapı’daki evi, her gün kapını yoklayan yahut yolunu kesen alacaklıları, bir dilim ekmeğin peşindeki çırpınışlarını (…) Sonra bugünkü rahat ve saadetini düşün.”

 

Evet, maalesef Schopenhauer’in söyledikleri doğru! Mahrumiyet, insanı –tıpkı İrdal gibi- kendi işi veya uğraşı bilgileri üzerinde fikir ve fikretmekten, düşünmekten uzaklaştırıp, bir “yalan”a, güce tâbi kılıyor.

 

DÜŞÜNMEKTEN UZAK KALMAK

 

Sözlüklerde düşünmek eylemi “Zihninde bir şey canlandırmak, elde edilen bilgilere zihnî faaliyet uygulayarak düşünce meydana getirmek, fikretmek; tefekkür etmek; aklından geçirmek, tasarlamak”; düşünce ise “Zihnin bir şey hakkında edindiği düşünme ürünü olan kavram, fikir” olarak tanımlanmaktadır.

 

Düşünmek insan var olduğundan bu yana en önemli araç olmuştur. İnsan, merak ettiği sürece düşünmüş, düşündüğü sürece yeni atılımlara imza atmış, yeni yerler keşfetmiş ve ufku açılmıştır. Yani düşünmenin önemi gerçekten önemlidir. “Düşünmediğim zaman, yaşamadığım zamandır” diyordu dört yüzyıl önce doğan dahi Hollandalı Rembrandt. Antik Yunan filozofu Sokrates ise, “Üstünde düşünülmeyen bir hayat yaşamaya değmez” demiş.

 

Düşünen ile düşünmeyen, düşünmekten uzak kalan kişinin iç rahatlığı mukayese bile edilemez. Düşünen kişi belki de hiç iç rahatlığı yaşamaz, ya da ‘hiç olmazsa’ düşünmeye devam ettiği için kendisini teskin etmekle yetinir. Oysa düşünmeyenin önüne çok geniş bir huzur alanı açılır. Bunu duyarsızlıkla karıştırmamak lazım… Bu kişiler çevrelerinde yaşanan olaylar karşısında çok heyecanlı ve içten tepkiler verebilirler, ama olayları gerçekten anlamaya da hevesli olmazlar.

 

Belki de soru niçin bazı insanların bilerek ve isteyerek iç rahatlıklarını feda ettikleri olmalı. Muhtemelen bulunacak cevap söz konusu kişilerin yüzeysellikten duydukları rahatsızlıkla bağlantılı olacaktır. Düşünmeye eğilim ve entelektüel çabanın, büyük ölçüde kişinin çevresinde algıladığı cemaatsal yüzeyselliğe tepki olarak doğduğunu ya da bundan fazlasıyla etkilendiğini varsayabiliriz. Yüzeysellik hemen her zaman kesinlik üretir… Neyin niye olduğunu bildiğimizden kolayca emin oluruz. Bu kanaatin başkalarınca da aynı özgüvenle savunulması bizi rahatlatır, ilave soru sormak anlamsız hale gelir ve fikrimizi sorgulama ihtiyacı duymadığımız gibi söz konusu kanaatimizi bir ‘apaçık doğru’ olarak algılamaya başlarız.

 

Düşünmeme alışkanlığı kanaatlerin kesinleşmesi, cemaatleşmesi ve kimlikleşmesi ile sonuçlanır. Örneğin bugün Türkiye’de laik ve İslami kesimlerin birbiri hakkındaki önermelerinin çoğu bu kategoridendir. Gerçekte diğer grubu anlamayı kolaylaştırmaz, hatta bu imkanı tümüyle ortadan kaldırır. Onun yerine her iki kesimi de kendi içinde cemaatleştirir ve kimlikleştirir.

 

“AMAN ABİ…. NEME LAZIM BAŞIMA BİŞİ GELMESİN…”

 

Düşünmemeyi belirli bir imkanın kullanılmaması değil, bir toplumsal tercih, gerçeklik karşısında bir zihni tavır olarak ele almak gerekir. Diğer deyişle bir kültürden söz ediyoruz… “Aman abi… Neme lazım başıma bişi gelmesin… Virüsü” gibidir bu. Elini oynatamazsın. Ağzını açamazsın. Klavyen kilitlenir. Kaleminin mürekkebini tüketir. Mikrofonunun kablosunu koparır. Kameranın merceğini kapkara bir boya ile örter. Özellikle de söz ve yazı erbabını, akademisyeni, gazeteciyi yakaladı mı, bırakmaz. Hayatına kasteder.

 

Merak etmemek, kesinlik aramak, bu kesinliği yüzeyselleştirerek içselleştirmek ve cemaatsal olarak meşrulaştırmak, aynı zamanda aidiyet ve kimlik oluşumuna hizmet eder. Nitekim farklılıkların meşruiyetini ve çoğulculuğu içselleştirememiş, toplumsal konuşmayı özgürleştirip sistemleştirememiş toplumlarda, cemaatsal kesin kanaat arayışı bir ‘inanç’ unsuruna dönüşür. Kişiler inanmak istedikleri kanaatlerin peşinden gider ve bunu fıtrata bağlayarak itaat edip kendilerini rahatlatırlar. “Aman abi… Neme lazım… Bulaşmamak lazım bu işlere/bu adamlara” virüs’ın bir varyantını yaratır.

 

“Bu adamlar” bedel ödetme eğilimindedir çünkü. O bedel de rahatını bozuverir insanın. Bugüne kadar iyi kötü eline geçen ayrıcalıkları, kurduğun düzeni, kazandığın üç beş kuruşu (kimi zaman üç beş milyonu) yitirmek riski vardır işin ucunda. Dilini bağlar adamın. “Aman abi… Başıma durup dururken iş almayayım abi… Çoluk çocuğumuz rahatsız olmasın” varyantı ile aynı laboratuvar çıkışlıdır bu virüs. Eklemek gerekmeyebilir ama Türkiye’deki durum da bu…

 

Galiba hepimiz, bir parça Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” eserindeki kahramanı Hayri İrdal’ız; ihtiyaçlarla terbiye edilmiş, uslu ve uysal “Şehirli Türk Müslümanı” veya “Kasabalı muhafazakâr Müslüman” … “Hadım edilmiş bir idrak”le ve Ayarcı’ların bahşettiği, tarafların da gizli bir memnuniyetle onayladığı “izinli hürriyet” dahilinde –İrdal’ın yaptığı gibi- biz de edebiyatımızda bir yalanı büyütüp duruyoruz!..

 

Haliyle ne kimse kimseye inanıyor ne kimse kimseye güveniyor. Her yalan kendisinden daha büyük bir yalancıyı doğuruyor. Rasyonel düşünceden uzaklazşıp kolay yolu, yani barışı, huzuru, dostluğu, demokrasiyi, çağdaşlığı geliştirmiyor; kavga, korku ve mantıksızlıkla geleceğimizi bulanıklaştırıyoruz.

 

Birkaç ay önce mafya lideri Sedat Peker’in ifşlarından sonra, bu son günlerde 17-25 Aralık 2013’te patlayan Cumhuriyet tarihinin resmi en büyük yolsuzluk ve rüşvet olayının (para sayım makineleri, ayakkabı kutularına ve çikolata kutularına doldurulmuş Dolar ve Eurolar, bir bakanın oğlunun evinde yakalandı, görüntüler ve fotoğraflar televizyon ve gazetelerde yayımlandı, tarihe geçti), dört bakandan önemli bir ismi dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar haklı olarak odağa alınan değerlendirmelerinden önce, 28 Ağustos 2021 günlü paylaşımları buna işaret ediyor :

 

“Hiçbir şeyi sorgulamayanlardan oluşan toplumlar sürekli kandırılmaya mahkumdur.”

“Tavassutla iş yapmanın birçok mahsurları var…”

“Açıkgözler, tatlı su kurnazları, tüfekçiler, çöpçatanlar ve çalışmadan edinenler bitiriyor bizi…”

 

ELEŞTİREL DÜŞÜNCE VE DEMOKRASİ

 

Meksikalı yazar Octavio Paz, “Seven Voices”(Yedi Sesler) adlı kitabında, Latin Amerika’yla İspanya ve Portekiz’deki demokrasi eksiğini bu sözlerle anlatır:

 

“Eleştirel düşünce krizi, İspanya ve Portekiz’le birlikte tüm Latin Amerika’yı kapsayan bir olgudur (…) Ben 17. yüzyıl sonlarında başlayan ve Avrupa’nın entelektüel can damarını oluşturan eleştirel düşünce geleneğinden söz ediyorum. Bu gelenek İspanya’da ve Latin Amerika’da çok az vardır. Bizler ya susup oturuyoruz. Ya da bağırıp çağırıyoruz. Latin Amerika’da demokratik yaşam niçin yoksa, aynı nedenle eleştiri de yoktur. Eleştirel düşünce ve demokrasi birbirini bütünleyen şeylerdir.”

 

Türkiye’miz, Meksikalı yazar’ın tarif ettiği asırlar öncesi Latin Amerika’ya ne kadar benziyor !

 

Evet, neden bizde eleştiri ve itiraz kültürü yok diye sormuştum ya! Kafamdaki asıl soru şuydu: Muhafazakârlarımızda –geçmişte var olan- eleştiri ve itiraz kültürü şimdi neden yok?..  Ki Cemil Meriç, ulema için “Hata eden hükümdarı ikaz etmek, onun vazifesiydi.” der. Siyaset bir yana, sanatta “Müslüman camia”nın en zayıf yönü “eleştiri”dir. Oysa eleştiri, bir terazidir, ilim ve sanatın gelişmesine önemli katkılar sunar!..

 

Yurttaşlık etik ölçülerle sağlanır. “Kul” düşünmez, sahibi ne emrederse onu yapar. Yurttaş sorar, tartışır. Cumhuriyet, laiklikle taçlanır. Laiklik, hukukun üstünlüğü, bilimsel ölçülerle gelişir, aydınlanma sağlanınca ancak demokrasiden söz açılabilir. Uygar toplum sadece karın tokluğuyla sağlanamaz. Kaldı ki şimdi o da yok, yoksunlar, fakirler, muhtaçlar topluluğu halinde yaşıyoruz. Rüşvetçilerin, mafya ile irtibatçıların, tarikatların, cemaatlerin elinde oyuncak oldu ülke. Eski Türkiye’de yurttaş olanlar, yenisinde kullar. Düşünmeyen, sormayan, tartışmayan insanlar topluluğundan halk yaratamazsınız.

Düşünmeyen, sorgulamayan, biat eden bir güruhun her şeyi tükettiği bir dünyada denizlerin bile oksijenini tükettiğini söylersek abartılı gelmemeli.

Saf kötülük yoktur. Biriktirilen ve taşınan kötülük vardır. Kitapların getirdiği sözler öyledir; sizi çoğu şeyle buluşturur, gösterir, size hayata dair sorular sormayı/sorgulamayı/eliştirmeyi öğretir.

Cemil Meriç’in Hilmi Ziya Ülken için söylediği şu sözler; aslında bir eleştirmen aydında bulunması ve bulunmaması gereken vasıflara işaret eder. Meselâ der ki: “Hangi haksızlığa dur dur diye haykırdı?” Demek ki eleştiren, haksızlığa dur diyebilendir. Der ki; “Maziye ihanet etti, istikbali kuramadı.” Demek ki eleştiren mazisine ihanet etmeyecek, gelecek inşa etmeye çalışacaktır. Der ki; “Yetmiş yıllık hayatında tek kavga yoktur. Hiçbir soyguna katılmadı, doğru. Ama, kırk haramilerin bahşişleri ve sadakalarıyla yaşamadığını ileri sürebilir miyiz?” Demek ki eleştien gerektiğinde kavga edecektir. Soyguna katılmamak yetmez, kırk haramilerin bahşiş ve sadakalarını da reddetmelidir. Ve sonunda şunu söyler: “Bir çağın kurbanı oldu, çağın ve kendi zaaflarının”. Demek ki eleştirmen, çağın ve kendi zaaflarının kurbanı olmamalıdır…

 

Ne yazık ki, bu vasıfları bizim İslamci aydınlarımızda göremiyoruz.

 

İSLAMCI AYDINLARIMIZIN ‘SÜKÛT HÂLİ’

 

Genel anlamda, aydın kişi, ilkin çağına ve insanlığa karşı duyduğu sorumlulukla demokratik düşünce taşıyan kişidir. Fakat bu da yeterli değildir. Aydın kişi, tanık olduğu haksızlık karşısında susmanın ve eylemsiz durmanın haksızlıktan daha büyük suç olduğunun bilincindeki kişilerdir… İçinde nefes aldığınız zamanın/çağın her bir sorunu sizi ilgilendirmeli. Görmeli ve sorgulamalısınız da bunları. Susuyorsanız eğer suç ortağısınız.

 

Günümüzde genel olarak İslam toplumlarında, özelde ise Türkiye bağlamında İslamcı aydınların ahlaki hassasiyetler temelinde konuşmadıklarını ve daha çok çıkarlar temelinde tercihler yaptıklarını görüyoruz. Oysa kayıtsız şartsız itaati ve nesneleşmeyi seçen Müslüman aklının, entelektüel bir çaba harcamadan zihninin özgürleşmesi mümkün olmadığı gibi toplumsal anlamda ülkeye bir fayda üretmesi de ne yazık ki mümkün değildir.

Eğer bir toplumda otoriter zihin yapısına karşı eleştirel bir tavır alması gereken aydınlar, popülizm ve hamaset dilini seçer hale gelmişlerse o toplumda kutuplaşma ve ötekileştirmeler kaçınılmaz hale gelecektir.

 

Görünen de o ki, onların şimdiki zulümler ve adaletsizlikler karşısında sessiz kalmanın ‘sükût hâli’, Cemil Meriç’in deyişiyle “kurulu düzeni savunmak”, iktidarda kalma ve onu koruma zamanıdır… İktidarda kalmayı bir ‘iman mücadelesi’ olarak algıladıkları için, iktidar başkalarına bırakılmayacak kadar mukaddestir ve bu uğurda gerekirse hukuk da, özgürlükler de geçici bir süre için askıya alınabilir. Bu açıdan geldiğimiz nokta, gerçekten hüzün vericidir.

“Gerçek aydın insan”ın, dürüst insanın, bilinciyle hareket eden insanın, düşünce namusuna sahip çıkan insanın özlemini çeker duruma geldik.

 

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER