Çarşamba, Mayıs 1, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıProf. Dr. Garip Turunç Yazdı: ''Sisyphos’un Hikâyesi''

Prof. Dr. Garip Turunç Yazdı: ”Sisyphos’un Hikâyesi”

Ülkede insanca yaşama değerlerini önemseyen her insanın özlem duyduğu, bu gün ve yarınından kaygı duymadan hayalini kurduğu ve özgürce yaşayabileceği barışçıl demokratik toplumsal düzene bir türlü kavuşamamasının, Yunan mitolojisinde yaşandığı söylenen Sisyphos hikâyesini anımsatıyor bizlere. Bizim dünden bugüne yaşadıklarımız ne kadar da benzemektedir bu mitolojik hikâyeye.

 

Geçen Pazar meclis seçimleri kötü bitti, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de yenilgiye “ramak kaldı”. Olumsuz duygularımız bir anda yüzlerce kez ağırlaştı, kaybettiğimiz son seçimleri (2018), ondan önceki başka seçimleri (2002, 2007, 2011, 2014…), hayatımız boyunca hiç kazanamadığımız bütün diğerlerini, her şeyi ama her şeyi son yenilgi tablosunun üzerine koymaya giriştik.

 

Yaşadıklarımız gerçekten Sisifosa yaşatılan cezanın  güncellenmiş karşılığı mı dır acaba?.

 

Sisyphos Yunan Mitolojisinde, Yeraltı dünyasında sonsuza kadar büyük bir kayayı bir tepenin en yüksek noktasına dek yuvarlamaya mahkûm edilmiş bir kraldır. Bundan 2 bin 700 yıl önce Antik Yunan şairi Homeros, ‘Odysseia Destanı’nda Sisyphus’u böyle tasvir eder:

 

‘’Sisyphos’u gördüm, korkunç işkenceler çekerken: yakalamış iki avucuyla kocaman bir kayayı ve de bacaklarıyla dayanmıştı kayaya, durmadan itiyordu onu bir tepeye doğru, işte kaya tepeye vardı varacak, işte tamam, ama tepeye varmasına bir parmak kala, bir güç itiyordu onu tepeden gerisin geri, aşağıya kadar yuvarlanıyordu, o da yeniden itiyordu kayayı, kan ter içinde…’’

 

Yunan mitolojisinde tanrılar Sisyphos’u bir kayayı hiç durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi. Cezanın en kötü yanı, kayanın dağın tepesine dek geldikten sonra tam zirveye oturacakken aşağıya yuvarlanmasıydı; kaya asla dağın tepesinde durmayacak ve bu ceza sonsuza dek devam edecekti. Tanrılar, yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi. Oysa Homeros’a göre Sisyphus ölümlülerin en bilgesi, -ilk bakışta görünenin aksine- en uyanığıdır. Tanrılar Sisifos kayayı tepeye çıkarınca, kaya tekrar aşağıya yuvarlamaya başladığında, yukarıdan kayaya bakar ve sonsuza kadar cezalandırılmış olsa da yüzünde hafif bir gülümseme olur. İşte insan bunun için yaşamalıdır der.

 

BİR ‘DİRENİŞ’ HİKAYESİ

 

Fransız yazar ve düşünürü Albert Camus İkinci Dünya Savaşı yıllarında, (Le Mythe de Sisyphe) ‘Sisifos Söyleni’ ile bir ‘direniş’ hikayesi olarak yorumladığı kitabında (Can Yayınları, Çeviren: Tahsin Yücel); “Böylesine taşlarla didinen bir yüz, taşın kendisidir şimdiden! O kayasından daha güçlüdür.” diyor ve şöyle devam ediyor:

 

“Sisyphus, tanrıların paryası, güçsüz ve ayaklanmış Sisyphus, düşkün durumunun tüm enginliğini bilir; inişi sırasında bunu düşünür. Kimi günlerde dönüş böyle acı içinde geçiyorsa, sevinç içinde de geçebilir. Yeryüzünün görüntüleri usa fazla takıldığı zaman, insanın yüreğinde keder yükselir; kayanın yengisidir bu, kayanın kendisidir.”

 

Sisyphus kesinlikle bilinçlidir. “Karşı çıkmayalım!” mantığı ile hareket eder. Bu deneyim yaşanacaksa bilinçli olarak, o mücadele ile yaşanmalıdır. Bir cezaya çarptırılıp umutsuzca sonsuza denk bir yükü taşıma mantığı ile değil. Camus saçma kavramını işte bu noktada tanımlar: boşuna olduğunu bildiği halde direnen insan. Yaşamın anlamı ancak, dünyanın saçmalığını ve yenilginin daima tekrarlanacağını bile bile kötülüğe direnmek olabilir, insanlığa gerçek boyutlarını ancak bu başkaldırı kazandırabilir. Bu Camus’un başkaldırısıdır. Ve başkaldırı yaşama, değerini verir.

 

Albert Camus, insanın yasamın anlamsızlığına ve bütün baskılarına rağmen direnmek zorunda olduğuna dikkat çeker ve Sisyphos’u “anlamsızlığı akıl ve bilinç gücüyle yenen insan kahraman olarak niteler.” Gölgesiz güneş yoktur karanlıksız aydınlık olmadığı gibi. Bu bilinçte olduğundan, geceyi, karanlığı, zorlukları tanır ve deneyimleyerek yaşar.

 

Sisyphus, taşın düştüğü anlarda Camus’a göre içinde bulunduğu durumun saçmalığını kavrar, uyanır ve kaderiyle yüz yüze gelir. Bu an, Sisyphus’un bilince kavuştuğu andır. Ne zaman olacağı belirsiz bir kurtuluş umuduna bel bağlamak yerine, bu işkencenin sonsuza kadar süreceği gerçeğiyle yüzleşen ve bu kaderini kabul edip aşağı inerek tekrar yukarı çıkartmaya başlayan Sisyphus, bir kahramandır artık. Bu boyun eğme değil, başkaldırıdır. Çünkü tanrılar, sonsuz bir işkence cezasıyla elinden tüm ümidini alarak ona kötülük yapmak istemişler, ümidini kaybeden Sisyphus ise, bu kaderiyle yüzleşerek ve uyanarak kendi kurtuluşunu yaratmıştır… Kaya yuvarlanır durur. Kişi yükünü eninde sonunda bulur. Kaybedenlerin vazgeçilmez sözüdür “Neden Ben?” Kahraman ise kimseye taşıyamayacağı yükün verilmediği gayet iyi bilir. Sisyphus gibi tepelere doğru, güçlüklere tek başına, onuru ile direnmek de bir insan yüreğini doldurmaya yeter.

 

Yani aslına bakarsanız Camus, insanın tüm baskılara, tüm anlamsızlıklara rağmen yaşamı yenmek zorunda olduğunu, anlatmaya çalışmıştı. Kaya, kişinin hayatı boyunca sırtında taşıdığı yüktür ve bilinçli (hayatın anlamsızlığını kavramış insan) bu yükü elinde sonunda bulur. Sisyphus da bilinçliydi ve farklı bir duruş sergilemişti. Kaderi ana hatlarıyla, kelimesi kelimesine çizilmiş olsa bile iradesini kullanarak kendi çıkış yolunu bulmuştu. Genel kitle için hayatın anlamsızlığı ve monotonluğu üzerine kurulan bir tema tasviri iken, hikayenin derinlerine inenler için Sisyphos, kendine özgü bu zorlu yolcuğu bir hayat amacı olarak belirlemiş ve onuru ile yaşama, tek başına göğüs germeyi tercih etmiştir.

 

EYLEMLE İNSANCIL BİR VAROLUŞÇULUK

 

Camus’nün görüşleri bana, geçen 20. yüzyıl’a damgasını vuran Jean Paul Sartre’ın “Varoluşçuluk Bir İnsancılıktır” (L’Existentialisme est un humanisme) adlı o ünlü, uzun felsefi denemesini de hatırlatıyor. Bu kitaptan yaptığım şu alıntılar aslında iki Fransız düşünürün ne kadar paralel düşündüklerini ortaya koyar nitelikte:

 

“Kişi, bu tek başına bırakılmışlık içinde, kararını ancak kendisi verecektir. ‘İnsancılık’ diyoruz çünkü kişiye bununla, kendi içine kapanarak ve başkalarından koparak değil; ancak kendi dışında bir amaca yönelerek varlığını gerçekleştireceğini göstermiş oluyoruz. Ona gösteriyoruz ki: Ancak kurtuluş ya da bu iş için çalışmakla, yani eylemle kendini insancıl bir varlık halinde kuracaktır.”

 

“Eylemsizlik, yangeldimcilik, ‘Ben yapmazsam, elbet bir yapan çıkar!’ Benim yapmadığımı başkaları yapabilir!’ diyen kimselerin davranışıdır. Size anlattığım öğreti (varoluşçuluk) ise tam tersidir bunun: Çünkü o, ‘Ancak eylem içinde, iş içinde gerçeklik vardır’ der. Hatta daha da ileri gider: “İnsan kendi tasarısından başka bir şey değildir; kendi yaptığı, gerçekleştirdiği ölçüde vardır; yani hayatından, edimlerinin (fiillerinin) toplamından ibarettir!” diye ekler.

 

“İnsan kendi dışında vardır, kendi dışına çıkarak var olur. Yani ancak dışa atılarak, dışta kendini yitiriterek varlaşır; aşkın (transcendant) amaçları kovalayarak var olabilir. Bu yönden alınırsa, insan ilerleyiştir, aşıştır, oluştur; ilerlemenin, aşmanın göbeğindedir. Nesneleri dahi bu ilerleyişe, bu oluşa göre yakalar. Demek ki insancıl bir evrenden, insancıl öznellik evreninden başka evren yoktur.”

 

“Özgürsünüz, onun için kendiniz seçin, yolunuzu kendiniz bulun! Hiçbir genel ahlak size yapacağınız şeyi söyleyemez. Buna ancak siz karar vereceksiniz.”

 

Marx dünyayı, Rimbaud hayatı değiştirmek istedi ama kimse insanı değiştirmeyi göze alamadı. İnsan özgürleşerek değişmeden ne dünya değişir ne de hayat. Ama ilkin Tanrı ve Din karşısında aklını kullanarak özgürleşecek. İşte o zaman AKP’nin memurları cennet kapısında bilet kesemez. Seçimleri de kazanamaz.

 

Bu dünyaya sahip olup cenneti cennet satıcılarına bırakacaksın! Özgürleşerek Tanrı’yı ve Din’i de kurtaracaksın. Tanrı ve Din’in yeri kutsal göklerdedir. Dünya; dağları, denizleri, ovaları, faunası ve florasıyla birlikte sana doğa tarafından emanet edilmiştir. Dünya “Ağanın Çiftliği”, sen de çiflikte köle değilsin. Kul değilsin.

 

Kimse de senin efendin değildir, hele insan türünden hiç kimse! [Maksim Gorki’nin “İnsan, ne onurlu sözcük”, Brecht’in “İnsan olmak büyük bir şeydir. Hayat çok kısadır bunun için” sözleri aynı özün anlatımıdır.] Kimse Efendi ve Reis değildir. İnsan toplumu bir sürü değildir, Hükümdar Çoban’a, Çoban-Hükümdar’a ihtiyacı yoktur. Seni, dünyayı ve hayatı senden başka kimse değiştiremez.

 

Sartre’a göre insan bu nedenle eylemlerinden ve seçimlerinden sorumlu bir varlıktır. Özgür olan insan, yaptığı seçimlerinin sonucunu üstlenme durumundadır. İnsanın bunun bilincinde olmaması ve kendisiyle ilgili her şeyi dış nedenlere bağlaması, kendi ontolojik gerçekliğinden kaçması anlamına gelmektedir.

 

Filozofa göre, insanda varoluş özden önce gelmektedir. Ne demektir bu? Şu demektir: İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır. Varoluşun özden önceliği ilkesi, temelini özgürlükte bulur. Şuurlu bir varlık olan insan, ne olması gerektiğini kendisi karar verir, kendi özgür eylemleri ile kendi özünü inşa eder.

 

TOPLUMLAR DA AYNI KAYAYI OLİMPOS’A İTEKLİYEREK İLERLERLER

 

Düşünme, fikir ve fikrin ifadesinin var olduğu bir boşluğun en uygun zamanlardan geçtiğimiz söylenemez ama Sart’ın (varoluşçuluk) öğretisi bilhassa böyle zamanlar için mana ve ehemmiyet arz eder. Siyasetin, bürokrasinin, iş dünyasının, sivil örgütlerin ve en başta da toplumun zenginleşmesi için başka da yol yoktur. Tartışmak, araştırmak, yazmak, konuşmak, karşıdakini anlamak, anlatmak zaman kaybı değildir.

 

Bir farklı sözün, bir yaratıcı cümlenin yahut sıradışı bir bakış açısının ülkeye değer katabileceği ve içinde bulunduğu kısırdöngüden çıkaracağı bir atmosferde yaşıyoruz. Cesur fikirler, nefes alıp verebilen düşünce; iri kayalar gibi ülkenin önünde duran meseleleri yerinden kıpırdatmak; her ne kadar, türlü meşakkatlerle dağın tepesine kadar taşınmış Sisyhos kayası birkaç kez aşağı yuvarlanmış olsa da önümüzdeki ‘Türkiye’nin varlık ve yokluk seçimi’nde

yeniden yukarı taşımak kimsenin gözünde büyümemelidir.

 

Sisyphos bir yakınımız, akrabamız, uzaktan tanıdığımız bir isim değil, doğrudan doğruya biziz. Onun serüvenini yaşamayan tek bir insan yoktur. Yalnız bireyler değil, toplumlar da aynı kayayı Olimpos’a itekleyerek ilerlerler. Önemli olan, kayanın tekrar ve tekrar aşağıya yuvarlanacak olmasını bilerek tırmanmaktır. Çünkü kaya yuvarlansa da, yol boyu edindiklerimiz bizi, toplumları bir başka ve daha ileri düzeye taşır. Bir başka deyişle, kayayı değil, kendimizi itekleriz zirveye.

 

Toplumsal mücadelelerimizin yuvarlanan kayanın her defasında sırtlanılarak yeniden yukarı taşınması çabası ile çoğunlukla yakın özdeş tarihimiz, Sisyphos’u da bu alanın başat metaforlarından biri haline getiriyor. Başarmak istiyoruz ve her seferinde yeniden deniyoruz. Ama efsanedeki adamcağızın aksine, biz ilerliyoruz. “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” demişti eski Yunan filozof Herakleitos. Taşıdığımız kaya da, tırmandığımız dağ da değişiyor, biz de değişiyoruz ve her seferinde biraz daha umudumuz artmış oluyor. Kayanın daha ağır, yokuşun daha dik olduğu durumlarda bile yılmamayı, geri çekilmemeyi öğreniyoruz.

 

Siyasi iktidarın pozisyonunu yeniden tayin etmesi açısından belirleyici kabul edilen Cumhurbaşkanlığı 2. turu 28 Mayıs seçimlerinde de, bu kez kayayı zirveye taşımaya değil, (tam anlamıyla çağdaş bir demokrasiye dönüş için) dağı dümdüz etmeye kararlı muhalefet ittifak adayı Kemal Bey.

 

Yarının Türkiyesi için Sisyphos, kendini aşacak!

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER