Çarşamba, Mayıs 29, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıProf. Dr. Garip Turunç’un Kaleminden; “Din Referansli Vicdani Ve Ahlaki Perişanlığımız"

Prof. Dr. Garip Turunç’un Kaleminden; “Din Referansli Vicdani Ve Ahlaki Perişanlığımız”

Prof. Dr. Garip Turunç

Felsefe tarihinde ahlakın köken ve kaynağına dair çok farklı görüşlerin öne sürüldüğü biliniyor. Bazı düşünürlere göre ahlakın kaynağı insan ve duyguları, bazılarına göre akıl, bazılarına göre ise din ve ilahi buyruktur. Ahlak ve ahlaki duyarlılığın daha ziyade yadırgama ve ayıplamanın yaşandığı yerde belirginleşmesi ve çoğu zaman din ile aynı zeminde kendini göstermesi dikkate alındığında, dinin ahlak konusunda en temel kaynak olduğu yönünde bir tez öne sürülebilir. Ancak şahsi kanaatime göre ahlak meselesi ancak akıl, fikir, vicdan ve tercihin mevcut olduğu yerde konuşulabilir. Zira ahlak ve ahlakilik diğer canlıların aksine insanla alakalı bir meseledir. Dolayısıyla ahlakın temel konusu “insanın ne olduğu” konusuyla çok yakından ilişkilidir.

Alman filozof Kant der ki; “saf pratik akıl (irade) kendiliğinden kayıtsız şartsız ahlaki ilkeyi/yükümlülüğü (kategorik imperatif) üretebilir ve ona tabi olabilir”. İnsan aklı ve vicdanı kayıtsız şartsız ahlaki ilkeyi kendiliğinden üretmediği ve ona uymadığı sürece birtakım kurnazlıklar ve şahsi çıkarlar eşliğinde sahte ahlaki imajlar ve illüzyonlar oluşturabilir. Bir ahlaki eylemi salt ahlaki imaj ya da illüzyon olmaktan çıkarabilecek şey, her şeyden önce insan iradesinin hiçbir kayıt ve şart tanımaksızın salt ahlaki olanı istemesidir. Bununla birlikte en masum ahlaki ilkelerin beşeri kurnazlıklar ve dizginlenemez tutkular neticesinde çıkar/fayda ahlakına dönüştürülmesi, birtakım kişisel isteklerin ahlakilik kisvesiyle meşrulaştırılması ve sonunda ahlakın bir tür manipülasyon aracına dönüşmesi de her zaman mümkün ve muhtemeldir. Örneğin, şayet mümin insanın Allah’la ilişkisinde ve O’nun buyruklarına uyma gayretinde temel veya belirleyici unsur, azap endişesi ve mükâfat beklentisi ise, burada söz konusu olan din referanslı ahlakın ancak sonuç odaklı, yani çıkarcı ve faydacı bir ahlak olduğuna hükmedilebilir. Bu tür bir ahlak, Tanrı’yı kandırma teşebbüsü olarak “kurnazlık ahlakı” diye de tanımlanabilir.

Son aylarda toplumsal yarayı sembolleştiren olayı izlemişinizdir; Üç Ak Parti milletvekili hem bedelli askerlik yapmış hem de milletvekilliği maaşı almış. Bu hukuksuz bir uygulama. Hukuksuzluğu bilinerek yapılan bir uygulama. Ama hukuksuzluğa yönelik bir “meşrulaştırma” mekanizması var ki, bu da son dönem muhafazakarın içini rahatlatma aracı olarak devreye sokuluyor. “Tamam aldık ama ne yaptık bir sorun bakalım. Biz o paraları TSK Güçlendirme Vakfı’na bağışladık.” Ne oldu, bir hukuksuzluk icra edildi ama vicdanlar yıkandı.

Benzeri bir işlemin kimi bürokratların devletteki görevleri sebebiyle aldıkları maaş dışında kimi yönetim kurullarındaki temsilleri sebebiyle aldıkları huzur hakkında da gerçekleştiği açıklandı bu ara. Evet, sevgili bürokratımız yönetim kurulundaki temsilden bir ücret almıştı almasına ama bunu “Hayır işlerinde kullanmıştı.”

Bu bir savunma dili. Belli ki kamuoyunda bu işte bir ahlaki sorun var kanaati uyanmasından endişe ediliyor. Belli ki insanlar hele şu salgın döneminde işsizlikten, ya da işyerinin çalışamıyor olmasından dolayı kıvranırken, evine ekmek götürme güçlüğü yaşarken, böyle ballı maaşlar alınmasının doğuracağı rahatsızlıktan endişe ediliyor.

İşin daha vahim tarafı var. Burada gündeme gelen rakamlar, evet, asgari ücretin açlık sınırının altında olduğu bir ülkede gene de insanların öfkesini çekecek boyutta ama, diyelim milyarlık ihalelerde böyle bir mekanizma işliyorsa, yani “Sana şu ballı ihaleyi verelim, şu arsanın emsalini şu kadar artıralım, şu arsaya inşaat izni verelim, şu yapının kuralsızlığını görmezden gelelim, ama sen de şu vakfa şu binayı yap, şu vakfa şu kadar öğrenci bursu ver, şuraya şu camiyi yap” gibi al-verler devreye giriyorsa, yani toplumun kul hakkından birilerine rant aktarıyor ve cami yaptırarak bu rantın “iç acısı” giderilmeye çalışılıyorsa, burada dinin de kullanıldığı çok kötü bir işlem vardır, hele bu işlemin başındakiler başkalarına kazandırırken kendilerine de aldıkları payı, “hayır işleri” ile kamufle ediyorlarsa, ahlaksızlık içinde ahlaksızlığa imza atıyorlar demektir.

Hayatla, ahlakla kurulan bu madde-leştirici ilişki Varlık’ı ve ahlaki değerler sistemini değersiz-leştirerek dışımıza itiyor. İslami erkle özdeş olduğu düşünülen bir iktidarı ayakta tuttuğu müddetçe politik söz ve fiilleri ahlakın, hukukun ve insan haklarının kriterlerine tabi tutmaya gerek olmadığı imajı yayılıyor.

Bu imajı dini inanç dünyası değil “kuvvet arzusu”, “statü aşkı” ve “bu statüye ilişkin geniş imtiyazlar isteği” pekiştirmektedir. Bu anlamıyla Türkiye’deki İslamcılık ilk defa psödo-seküler ve rant temelli kapitalist modele, ahbap çavuş, eş-dost (crony) kapitalizmine yatkın hale getirilmiştir.

TÜRKİYEDEKİ İSLAMCILIK DİNİ İNANÇ DEĞİL RANT TEMELLİ BİR KAPİTALİST MODEL

İnsanlar yaşadıkları toplumda siyasal, kültürel ve toplumsal konularda farklı tercihlerde ve farklı görüşlerde olabilirler ama inanan insanları bağlayan bir tek ilke vardır, o da ahlakilik ve doğruluk. Ancak son 20 yıllık Türkiye fotoğrafına baktığımızda dindarların müthiş bir savrulmanın yaşandığını görüyoruz.

Neden mi ?

Kanımca İslamcılar iktidarın sunduğu geniş dünyevî nimetler karşısında ruhen çok donanımsız yakalandılar. Daha doğrusu nefis karşısında tasavvufî ya da irfanî geleneğe dayalı erdem ve ruhsal fazilet merkezli korunma sistemleri yetersizdi. Üstelik manipüle edebilecekleri finans kapitalin büyüklüğü karşısında adeta şoka girdiler. Halk tabiriyle ne oldum delisi oldular ve züccaciye dükkânına giren fil misali, yıktılar kadim değerleri eylediler viran.

Güç, kuvvet, ihtiras, kibir, makam, mansıp, şöhret, para, zenginlik, yatlar, katlar, lüks tüketim, lüks dekorasyon, saraylar, yazlıklar, kışlıklar, arabalar [Pudra şekerinden kokaine terfi eden AK Parti Genel Merkez çalışanı çılgın genci saymıyorum bile…], uçaklar gibi büyük hazlar, büyük zevkler karşısında ayakta durabilecek gücü gösteremeyip, materyalist dünyanın nimetlerine kapandılar.

Aslında devletin bu sınırsız imkânları sağlayan bir enstrüman olma işlevini değiştirme vaadinde bulundular ve iktidara geldiler. Fakat devletin enstrümanları onları değiştirdi. Özel sektör-devlet ve rant kaynaşmasını, derin devlet-medya ortaklığını, devletin emeksiz ve haksız kazanç kapısı olmasını (ve de rüşvet kapısı olmasını) bitirmeleri bekleniyordu [Hatırlayalım AKP 3 Y ile (Yolsuzluk, Yoksulluk ve Yasaklar) iktidara geldi]. Ama kamu kaynaklarıyla zenginleşme, ballı ihaleler, “çökme”ler, üç beş’li maaşlar, talan ekonomisi, eş-dost, akraba kayırmaya dayalı kapalı devre sistem/iktidar onları bitirdi.

Nefis ve Enaniyet (Bencillik) galip geldi. Ene büyük bir gayya ve girdap oldu onlar için. Kibirle “Siz kim oluyorsunuz” çığırtkanlığı başladı. Şarkın dingin irfanî teyakkuz yaklaşımının yerine geleneksel baskıcılığını ve otoriterliğini “siyaset etme biçimi” olarak benimsediler. Devlet ekonomik rantın en büyük kaynağı olarak görüldü.

Bu nedenle devletin istek ve arzular dünyasını kışkırtan cazibedârlığı karşısında çabucak yenik düştüler ve gittikçe halktan uzaklaşan devlet kurgusuyla seçkinler sınıfına girmekte tereddüt etmediler.

Türk tipi İslamcılığın kendi kendini kandırdığı da oldu. Şimdi biz bu “finans havuzlarını” helal-haram her yöntemle oluşturmazsak bu paracıklar kâfirlerin elinde dolaşacak, düşmana yarayacağına bize yarasın, geleceği de düşünmeliyiz öyle değil mi, din adına kullanırız gibi tümüyle sağdan yanaşan mafya ve şeytanî mantığın kötücül oyununa geldiler.[Son olarak ne görüyoruz? İslamcı-muhafazakâr AKP’nin mafya şefleriyle samimi ilişkiler içinde olduğunu görüyoruz. Buna benzer hikâyelerin devamı da geliyor. Anayasa profesörünün “uyuşturucu baronu” ile ilişkileri çıkıyor, çıkıyor da çıkıyor.] Demek ki, bu basit tağutî (sınırı aşma) akla karşı çıkacak kadar irfanî donanımları yoktu.

AKP iktidarıyla İslamcılık toplumun bir kesimde entelektüel ve kültürel ağırlığını kaybedip gittikçe maddeci lümpen bir ideolojiye dönüşmeye başladı. Neo-liberal düzenle yoğun işbirliği ve tüketim ideolojisini egemen kılmaları İslamcı kültürü AVM ve Rezidans kültürüne, hiçbir şey üretmeden ihale rantlarını yemeye itti. Herkes ikbal (yüksek bir makama ya da iyi bir duruma erişme) peşine düştü. Dünyayı Türkiye’den ibaret sanıyorlar. Türkiye’de iktidar olmanın her şeye yeteceğini düşünüyor ve kapalı devre bir sistem kuruyorlar. Bu türden bir İslamcılığın ne Doğuda ne Batıda dostu olmaz.

Türkiye’nin ve genel olarak Müslüman toplumların sorunları hukuksuzluk, yolsuzluk, kuralsızlık, yoksulluk ve eğitimsizliktir; insana yatırım yapmamaları ve bunlara bağlı olarak gelişen demokrasi problemleridir. İslam dünyasının sorunları İslamcılıkla çözülmediği gibi daha da derinleşmiştir.

Türkiye’de daha başka bir patoloji yaşandı. AKP iktidarı altında kapitalist süper tüketim nesnelerinin dolaşımını içeren maddi süreçler, İslam dinini kullanan yeni bir hayat tarzı üretti. Bu maddeci ideoloji İslamcı meta fetişizmine dönüştü, çünkü çarpık bir muhafazakâr bilincin neo-liberal haz ve tüketim düzeniyle bağdaşmasını sağladı. En genel anlamda, Türk tipi İslamcı düşünceyi belirleyen dünyevîlik ve maddeciliktir artık.

Aslında Tanrı ve vahiy değil Politik olan kutsanıyor. Emre itaat ve otorite yüceltiliyor. Politiğin Kutsanması yoluyla hukuk ve sivil toplum iktidarın yürütme erkine tabi kılınıyor. Bu sistem kuşkusuz varlığı politik tecrübenin elde ettikleriyle sınırlayan ve Tanrı tasavvurunu müsemması olmayan bir isimle hayattan izole eden statü ve madde merkezli bir sistemdir. Mümkün varlıkla Vâcib Varlık arasındaki ilişkiyi koparan söz-merkezci (logo-centric) bir tasavvurdur. Hep kartezien ikilik üreten bir tasavvur.

TÜRKİYE’NIN BU AHLAKİ SİSTEMİNİ DEĞERSİZ-LEŞMEKTEN KURTULMASI GEREKİYOR

Nasıl mı ?

İtalyan yazar ve romancı İtalio Calvino’nun Citta İnvisibili (“Görünmez Şehirler”) adlı eserinde Marko Polo’ya söylettirdikleri belki az da olsa işimize yarar:

“Cehennem gelecekte olan bir şey değildir. Eğer cehennem diye bir şey varsa, o halihazırda buradadır. Biz onu birlikteliğimizden yarattık ve onu her gün yaşıyoruz. Ondan çekilen acıdan kurtulmanın iki yolu var: Cehennemi kabul edip, onu görmeyecek kadar onun parçası olmak; ikincisi daha risklidir ve sürekli uyanık olmayı gerektiriyor: Cehennemin orta yerinde kimin ve neyin cehennem olmadığını ara, öğren ve katlanmalarına yardımcı ol, onlara alan aç.”

Evet, Sevgili hemşerilerim/okurlarım, uzaktaki güzel ülkemin güzel insanları; İngiliz şairi John Donne’un 400 küsur yıl önce dediği gibi; hiçbirimiz bir ada değiliz tek başımıza, bütün ya da insan da değiliz. Ve çanlar şimdi bizim için çok daha şiddetli çalıyor!

Ya dünyanın yeni koşulları içinde daha çok, çok daha fazla yaşama yollarını bulacağız ve insan kalacağız ya da insanlığımızdan olacağız. Ya ‘yeni normal’ denilen ucubenin, paylaşımcı, dayanışmacı, kamucu, komünal toplumsal formlara dönüşmesi için çabalayıp insan olarak varlığımızı sürdüreceğiz ya da bizi insanlığımızdan edecek dehşet senaryolarının gerçekleşmesini öylece seyredeceğiz.

Ya eski doğrularımızı cilalayacağız ya da demokrat, aydın, solcu, milliyetçi, İslamcı vb. kimliğimizin tozunu kaldırıp altındaki kötülükle hesaplaşacak, daha derinden bakacağız.

Ya ezberlerimizi havalandırıp tekrar kullanmaya başlayacağız ya da yeniden öğrenmeye heves edeceğiz.

Ya düşmanlıklarımızı “ama”lar “fakatlar” ile süsleyeceğiz ya da vicdanımızla düşünmeye koyulacağız.

Ya yine bildiğimiz yolları yürüyecek ve çıkmaza varacağız ya da başka yollar arayacağız.

20’nci yüzyılın en önemli yazarlardan İsviçreli Harmann Hesse’in dediği gibi ; “Değiştirebileceğimiz ve değiştirmemiz gereken şey bizleriz, biz kendimimiz, bizim sabırsızlığımız, mânevi alandaki benciliğimiz, incinip kırılmalarımız, sevgi ve hoşgörü noksanlarımızdır. Bunun dışında dünyayı değiştirmeye yönelik her görüş en iyi niyetlerle de yola çıkıyor olsa yararsızdır bence”.

Hayat sadece seyirci kalarak, tribünden bakarak yaşayacağımız bir şey değil. Sadece bir ömrümüz var; ne kadar süreceğini hiç bilmediğimiz, bilmeyeceğimiz. İçinde olduğumuz etkilendiğiniz, etkilediğimiz, etkilenenleri gördüğünüz, bedel ödediğimiz ya da bedel ödeyenleri gördüğünüz, şahit olduğunuz bir ömür yaşıyoruz, yaşayacağız. Uzunluğu kısalığı bir yana, nasıl yaşadığımız önemli. Şikâyet etmek yerine yapmaya, yıkmak yerine onarmaya başladığımızda bir şey değişir.

Gözyaşlarımızı ve sevinçlerimizi sadece “bizden” olanlara sakladığımızda bir şey değişmez. Birbirimizin yokluğuna hevesle bakıp, güldüğümüzde bir şey değişmez. Bencillik yerine dayanışmayı, düşmanlık yerine kardeşliği ektiğimizde her şey değişir.

Kendi acımızla herkesin hemhal olmasını beklerken başkasının acısına yüz çevirdiğimizde hiçbir şey değişmez. Adaleti sadece kendimiz için istediğimizde bir şey değişmez. “Beter olsun” demek yerine “ne derdi var” dediğimizde bir şey değişir. “Gebersin” yerine “yaşasın” dediğimizde her şey değişir.

Sonuçta, hiçbir yerden hiçbir kurtarıcı gelip bize adaleti, sağlığı, huzuru, mutluluğu bahşetmeyecek. Ya biz uğraşarak, didinerek, dayanışarak alacağız ya da her şey eskisi gibi olacak.

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER