Pazar, Mayıs 5, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıProf. Dr. Garip Turunç'un Kaleminden: Siparişle Tutuklama, İtaat Kültürü ve Goethe'nin Faust'u

Prof. Dr. Garip Turunç’un Kaleminden: Siparişle Tutuklama, İtaat Kültürü ve Goethe’nin Faust’u

 

Yeryüzündeki en korkunç şeyin ne olduğunu bilir misiniz diye sorsam, ne derdiniz? Aramızda kalsın, ben söyleyeyim; sonunda insanın her şeye alışması. Alman yazarı Erich Maria Remarque, 1941 yılında yayınlanan (Liebe Deinen Nächsten) ‘İnsanları Seveceksin!’ kitabında ‘yeryüzündeki en korkunç şeyi’ işte böyle tanımlar. En korkunç şey… Alışmak.

Dünyanın herhangi bir yerinde durup Türkiye‘nin son yıllarına şöyle bir bakın, nelere alışmadık ki! Toplumu hastalandıran siyasi iklim, gergin bekleyiş, derin kederleriyle hırpalayan intiharlı ölümler, kadın cinayetleri, anaları, babaları evlat acısıyla yakan savaşa/teröre isyan eden çığlıklar bu dünyaya sığmıyor artık. Hepimiz ‘kör şeytan’ karşısında dilsiz, çaresiz bırakılmış gibi hissettiren bu zulmü hemen alt etmenin somut bir reçetesi yok belki ama geleceğe inanarak umudumuzu kalbimizin derinliklerinde koruyabiliriz.

Maalesef bir dönemin demokratik değerleri önceleyen, özgürlüklerin önünü açmakla övünen AK Parti iktidarı, bugün Aysberge çarpan Titanik misali, güvertede müzik devam ediyor ama, koridorlarda telaş içinde yaşananlarla demokrasiden uzaklaşmış durumda. Şimdi, Avrupasız bir Türkiye’nin daha güzel olacağına inanan ve her şeyi ‘biat’ esasına dayandıran bir AK Parti var artık karşımızda… Yasamanın, yargının ve yürütmenin tek elde toplandığı, adaletin düştüğü ağlanacak acınası bir alaturka sistemde, paşa gönlü nasıl isterse, önümüzdeki seçime dönük, son kez koltukta oturma amacıyla yönetiliyor ülke…

ADALETİN DÜŞTÜĞÜ AĞLANACAK ACINASI DURUM

Keşke, yüreğimin dili olsa da konuşsa. Mehmed Âkif Ersoy; “Ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem / Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizârım!” diyor. Ben de, uzak ülkemde hukuk düzeninin ve adaletin düştüğü ağlanacak acınası durum hakkında yazacaklarımın belki bin katını yüreğimde hissediyor, bin kat acı ve sızı hissediyorum. Ancak yüreğimin dili olmadığından hepsini yansıtamıyorum. Ama söze de bir yerlerden başlamalı, hüznümü ve derdimi dillendirmeliyim.

İnsan esas itibarıyla iki sebeple ağlar; sevinçten ya da hüzünden. Yargının gözyaşları sevinçten değil maalesef. Zira yargının sevinci ancak bağımsız adalet dağıtmakla mümkün olabilir. Uzun zamandır bağımsız adalet dağıtmadığı ise malum. Bugünkü hukuk ve yargı düzenini belirleyen mevcut ucube Anayasa, biri 12 Eylül tarihinde biri de 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan iki halkoylaması ile değiştirilerek hukuku ve yargıyı tek kişinin atamalarına/emrine bağlayan bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenledir ki yargı bağımsız dağıt(a)madığı adalet ve vesile olduğu zulüm nedeniyle acziyetten ve vicdan azabından ağlıyor. [Nitekim ORC araştırma şirketinin 2021’de yaptığı bir ankette “Yargıya güveniyor musunuz?” sorusuna verilen cevapta “hayır güvenmiyoruz” diyenlerin oranı yüzde 74.9’dur. Ve ne yazık ki yargıya olan güven her geçen gün daha da azalmaya devam etmektedir.]

Günlerdir, aylardır sosyal medya üzerinden birilerinin gözaltına alınmasını, tutuklanmasını isteyen bir bakan ile “Siparişle tutuklama olmaz. Türkiye bir hukuk devleti. Kanunlar, kurallara göre hukuk işler” diyen bir adalet bakanı konuşuluyor.

Adalet Bakanı Gül doğru söylüyor. Siparişle tutuklama olmamalı… Ancak gerçeğin bu olmadığını da en iyi o biliyor. Sipariş üzerine tutuklama deyince hemen akla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararına rağmen hâlâ serbest bırakılmayan HDP Eski Eş Genel Başkanı Demirtaş ve İnsan hakları savuncusu Kavala geliyor… Geçen ocak ayında Avrupa Parlamentosundan bir kez daha Demirtaş ve Kavala’nın serbest bırakılması istendi.

Genel kanaat o ki, başta Demirtaş ve Kavala olmak üzere binlerce suçsuz insan sırf muhalif olduğundan dolayı sipariş üzerine tutuklanmıştır. Demirtaş, Kavala ve yüzlerce siyasi tutsak Saray siparişi üzerine tutuklandı ve AİHM kararına rağmen siparişçilerin direncinden dolayı hâlâ hapisteler.

Birkaç gün önce, dört yıla yakın cezaevinde tutuklu bulunan Osman Kavala’nın değerli eşi Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ayşe Buğra’nın Cumhuriyet‘teki röportaj’nı okudum. Buğra’nın sözleri aynen şöyle: “Eşim Ekim 2017’den beri cezaevinde. Son derece ağır suçlamalarla yargılanıyor. Bu anlaşılması zor süreç, bizim hayatımızın dört yılına mal oldu. Onun cezaevinde geçirdiği dördüncü yazın sonuna gelmiş bulunuyoruz. Bu alışılacak bir şey değil. Toplumun buna alışmakta olduğu düşüncesi ise yaşadığımız şeyin ağırlığını daha da artırıyor. İnsan bazen takatinin tükendiğini hissetmiyor değil, ama ne kadar zor olsa da dayanmak ve güçlü durmak zorundayız. Başka çaremiz yok.” Geçenlerde yıllardır tanıdığım saygın muhafazakâr, çok iyi bir düşün adamı “Zulüm var ama…” diye başlayan cümleler kurmuştu yaşanan haksızlıkları telefon görüşmemde ona anlattığımda. İslamcı aydınımız zulmün farkında idi, çünkü ona da – Kavala ve Demirtaş gibi – onlarca zulüm hikayesi ulaşıyordu “Ama iktidar bizim iktidarımızdı, onun için susmak, katlanmak gerekiyordu…. Hem uyarınca sonuç alınabilir miydi ki, yöneticimizin karakteri biliniyordu vs…”

Problem şu bana göre : Bizde aşağıdan yukarıya denetleme geleneği oluşmuş değil. İslamî itaat kültürünün hâkim olduğu bir topluma dönüşüldü ülke. Günümüzde de cemaatler dünyasında “ulul emre itaat” ayeti iktidara sadakat için kullanılıyor. İlahiyatçı Prof. Mehmet Evkuran’ın “Sünni Paradigmayı Anlamak” adlı kitabında (Ankara Okulu Yay.) yazdığı gibi:
“Toplumsal disiplin oluşturma çabası, Sünnî paradigmada belirgindir. Sünnî siyaset teorisi, iktidarlara meşruiyet ve hükmetme hakkını sunarken, kitlelere de imâm/sultân/emîr’e (yönetici) itaat etme yükümlülüğünü telkin etmiştir. Muhalefet, Sünnî kültürde siyasal ve dinsel bir suç olarak görülmüştür ve hâlâ da böyledir…”
Tüm bu yanlışlar insanların İslam’la ilişkilerine aşındırıcı etki yapıyor. Özellikle genç nesillerin iktidarın yanlışlıklarına bakıp “İslam buysa” gibi çıkarımlarda bulunması ülkenin geleceği adına kaygı veriyor. Adaletsizlikler var, oysa muhafazakar düşüncenin olmazsa olmazı adaletsizlikten kaçınmaktır. Yolsuzluklar var, iktidar eliyle zenginleştirmeler var, bunun yanında yaygın bir yoksullaşma var, bürokraside yaygın adam kayırma var, toplumun belli kesimlerine yönelik dışlama var, siyasi çıkar için sürdürülen kamplaştırma, hepse atıp düşmanlaştırma politikası var, var, var… Bunlar çoğaldıkça, dindar – muhafazakar çizgi, taşınamayacak bir bagaj altına giriyor. Oysa ki, birkaç hoca, birkaç alim, birkaç şeyh çıkıp, “Şunlar şunlar yanlış gidiyor” diyebilseydi, muhafazakar camia adına, İslam’ın tüm görünülürlüğü, ruhunu şeytana satmış siyasi alandaki bir kısmı çarpık, bir kısmı adeletle ve insan hakları ile problemli manzaralardan ibaret olmazdı.

RUHUNU ŞEYTANA SATMAK

İyilikten evvel niyet gelir, ‘iyi niyet’. İyi niyetin hakikatinde, “iyiliğe” inanca duyulan sadakat saklıysa eğer, önce onu korumak için mücadele etmeliyiz. Bu öncelik önyargılarımızı değiştirmez belki ama bu mutlak olmayan adalet, vicdan bilincini uyandırır. Günahları, suçları, hataları ‘iyilikle’ yıkama, düzeltme arzusudur iyi niyet. İnsan, şeytanın peşine takılıp giderken bile hakikati arama ve onunla samimiyetle yüzleşme çabası içindeyse eğer, ruhunun öteki parçasında uyuyan kötülüğü de yenebilir. Koyu bencilliğin, güç köleliğinin zıttı olan iyi niyet, insanı kendi benliğinin zehirli kısmından da arındırır kimi zaman. Hakikat sırrının önünde eğilebilme cesaretini ve alçak gönüllülüğü gösterir.
İnsanlık ve edebiyat tarihinde bu mücadeleyi anlatan eserler çoktur ama sanırım en çok iz bırakanı hâlâ Goethe‘nin meşhur Faust‘udur. Kadim hikâyelerden esinlenen, şeytanla bahse giren insan teması daha önceki yüzyıllarda da pek çok öyküye ve oyuna konu olmuş. Alman ozanın on sekiz yaşında yazmaya başlayıp seksen üç yaşında ölümünden kısa bir süre evvel bitirebildiği oyun aslında en temel insanlık meselesidir kuşkusuz.

Oyunun baş kahramanı Faust, felsefeyi, tıbbı, tabiatı ve teolojiyi araştırmış yeryüzünün sırlarını tüketmek için çözmüştür. Bir bilim adamı olarak ihtiyacını duyduğu keşiflerden mahrum kaldığını ve hayatını istediği gibi yaşamadığını kavrar. Bu çelişkiyle kıvranırken, eğer Mefisto kendisini bu huzursuzluktan kurtarabilirse eğer ruhunu şeytana satacağını söyler. Şeytan da Faust’u hayata bağlayacağına ve hazlarda manayı bulacağına dair ona söz verir. Ve onu gençleştirerek dünyayı kendi bakışlarıyla gösterir.

Basit gibi görünen bu tema, iyilikle kötülük arasında bir sarkaç gibi salınırken mütemadiyen acı çeken ruh halini resmeder.

Son iki yıl içinde bulunduğumuz pandeminin bu ‘yapay cehennemde’ nefes almaya çalışırken Anayurdumda birkaç yıl önce geçirdiğim tatil sürecinde bir dostumun hediye ettiği eski bir çeviriyle Faust’u tekrar okumak yaralanan ruhuma iyi geldi. (19 yıllık bir hükümdarlıktan sonra) sahip olduklarıyla tatmin olmayan (davalarını 2023’e, 2053’e, 2071’e taşımak isteyen) iktidar, güç, başarı, yaratıcılık, inanç, her ne istiyorsa hepsinin daha fazlası için ruhunu şeytana satan Faust mitinde insanlığın zaaflarını bu defa daha sarih bir bakışla gördüm.

Metinde, Faust Mesfisto’yla anlaşmaya çalışırken ona dizginlenemez arzularından ve çaresizliğinden bahseder:

“Ben kendimi girdaplara, en ıstıraplı kamlara, aşk hınçlarına, ferahlatıcı inkisarlara terk ediyorum. Bilgi hastalığından kurtulan kalbim, gelecek hiçbir ıstıraba karşı kapalı olmayacaktır. Ve bütün insanlığa mukadder olan şeyleri kendi içimde tatmak istiyorum. Ruhumla en yükseği ve en derini kavramak, onun saadetlerini ve acılarını bağrımda toplamak böylece kendi benliğimi onun benliği üzerine yaymak ve tıpkı onun gibi sonunda da uçuruma yuvarlanmak istiyorum”.

İnsan olmak böyledir. Doğuştan kendisine bahşedilen özelliklerle yetinmez. Kendini ve dünyayı daha çok tanıma, daha güçlü olma, duygu katmanlarında yoğunlaşarak en derinlere dalma arzusuyla hakikatten uzaklaşabilir. Sahip olduğu erdemleri bazen öldürmek ister. Hata yapmakta ısrar eder. Kötülüğü hoş görerek suç işler. İyiliği reddederek kendinden iyice uzaklaşır. Hazzı kışkırtan arzularıyla iradesi çelişir. Sahip olma dürtüsüyle dokunduğu her şeyi kirletir. Niccolò Machiavelli’nin “Hükümdar” eserinde dile getirdiği “sevilen yönetici olmaktansa korkulan yönetici olmak yeğdir” anlayışını benimseyip, veren sevgiden uzaklaştırır. Korktuğunda öfkeyle hayatı bir ucundan yakar.

Mefisto Faust’un dileğine şöyle cevap veriyordu:

“İnan bana, ben ki binlerce yıldır bu sert lokmayı ağzımda çiğniyorum. Hiçbir insan bu eskimiş hamuru, beşikten mezara kadar hazmedememiştir. Bizlerden biri sıfatıyla bana inan: bu bütün ancak Tanrı için yapılmıştır. Bizi ebedi zulmet içine atmıştır ve ancak size gece ile gündüz nasip olmuştur”.

Netice itibarıyla Faust’un “Peki o zaman ben neyim?” sorusuna şeytanın cevabı açıktır: “Sen eninde sonunda ne isen o’sun”. Hepimiz öyleyiz ama ömür denen şu dikenli, garip sınavda, hepimizin iyi olabilmek adına bir umudu vardır. Bunu hatırlayalım ve kaybetmeyelim. Cansever’in dediği gibi “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”.

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER