Cumartesi, Mayıs 4, 2024
No menu items!
Ana SayfaÜlke GündemiPROF.Dr.Garip Turunc'un Kaleminden "KARİZMATİK, MONOKRATİK, DESPOTİK VE NARSİS LİDERLER"

PROF.Dr.Garip Turunc’un Kaleminden “KARİZMATİK, MONOKRATİK, DESPOTİK VE NARSİS LİDERLER”

 

PROF.Dr.Garip Turunc Yazdı

KARİZMATİK, MONOKRATİK, DESPOTİK VE NARSİS LİDERLER

Lider; büyük halk kitlelerini, bir ulusu, bir ideal için peşinden sürükleyecek kadar dirayet sahibi olan, halkın güvenlik duygularında sevgi ve saygılarla büyüyen, mücadelesiyle “ulusal kimliği” hak eden kişidir.

 

Lider; öncüdür, kurtarıcıdır, kurucudur. Yaratıcı zekâdır, idealleri vardır, heyecan yaratır, kitleyi sürükler.

 

Lider, uzun vadeli düşünür, kendine güvenir, çevresine de güven verir, İcraatın da Ne? ve Niçin? sorularını gündemden düşürmez. Yani, her yaptığı işi, önceden sorgular. İcat eder, kendine özgü bir kişiliği vardır.

 

İyi bir lider, kendini tanır. Bunun içinde, kendinin öğretmenidir. Sorumluluk alır. Başkalarından çalmaz, rüşvet yemez. İlgi duyduğu, her şeyi de öğrenir. Başarılı olduğu en iyi icraatı ise,kendi tecrübe ve deneyimleridir. İyi bir lider, kendini tanıma yanında, çevresini ve yaşadığı dünyayı da tanıması gerekir.

 

Bu yüzden lider olmak kolay değildir. Liderlik herkese uygun bir görev değildir. Liderlik ruhu olan kişiler başkalarını harika işler yapmaları için motive etmelidir. Mümkün olan en iyi sonuçlara ulaşmak için ne zaman ve nasıl risk alacağını bilir. Liderlik tamamen açık bir fikre, esnekliğe ve sorumluluk duygusuna sahip olmaktır. Liderler, altlarındaki kişilerin de denklemin büyük bir parçası olduuğunu akıllarında tutmak zorundadırlar.

 

“Liderler güçleri nedeniyle değil, başkalarını güçlendirme yetenekleri nedeniyle mükemmelleşir.” (John C. Maxwell)

 

“Lider örnekle liderlik eder, güçle değil.” Sun Tzu

 

KARİZMARIK/MONOKRATİK LİDERLER

Karizmatik lider, kendinde olağanüstü yetenekler ve dolayısıyla haklar ve yetkiler vehmeden, üstelik takipçi kitlesi tarafından da bu niteliklere sahip olduğuna inanılan, kendinden başka hiçbir dışsal otoriteyi, hukuku ve denetimi tanımayan otoriter, daha doğrusu otokratik liderdir. “Yukarılardan gelen” bir misyon “çağrı”sına uyarak ona sadakat ve coşkuyla itaat eden kitleleri peşinden sürükler.

Otokrasi, otoriterlikten öte, hiçbir kitleye ya da kurula karşı sorumlu ve hesap verir olmayan yönetim biçimi demek ise, monokrasi böyle bir yönetimin tek adamın şahsında bulunması demektir. Son kertede tek yönetici tarafından temsil edilen mutlak otoriteryanizm anlamındadır. Yasal veya anayasal sınırlamaların yokluğunda egemenliğe ve devlet yetkilerine sahip olmayı içerir. Kanun yapar, istisna koyar, ölüm kalıma karar verir. Yönetim ve tasarruflar keyfidir veya dayatmacıdır. Despotizmin ve diktatörlüğün kibarcasıdır. Mutlak otoritarizm esas itibarile siyasi alana hakimiyet demek iken, totalitarizm sosyal yaşamın tüm alanlarını düzenleme ve denetleme demektir

Karizmatik/monokratik liderlerin yönetimlerinde tek şahıs her şeydir, toplumun diğer bireyleri değişen derecelerde değersiz sayılır. Şef/Reis ile kitle arasındaki ilişkinin sosyal ve bireysel psikolojik mekanizması şudur: “Bir hiçtiniz, sizi ben bu hale getirdim, onun için bana biat edeceksiniz. Bu haliniz çok güzel, siz yüce bir milletsiniz” (halkı pohpohlamak lâzım), “ama bana borçlusunuz, o halde beni seveceksiniz ve bana sorgusuz sualsiz itaat edeceksiniz”. Artık bireylerde öz-saygı kalmamıştır, birbirlerine de saygı duymazlar, kurallar yoktur, şefin direktifleri vardır. Saygın olan yalnızca şeftir ve sonra da gözdeleri, avanesi, alt-şefleri vs. gelir. Tabii, bu iki ucu olan bir psikolojik ilişki ve bağdır; zalimi yaratan mazlumdur —direnmediği takdirde. Müteselsil sorumluluk sırasıyla şefte/reiste, sonra yandaşlarında ve “havarileri”nde, en sonra da halktadır.

Kralın karşılığı köledir, sultanın karşılığı kuldur, çarın karşılığı serftir, padişahın karşılığı kapıkuludur, karizmatik plebisiter diktatörün karşılığı güdülen halk yığınıdır. (Hele işin içinde din de varsa…) Direktifleri ferman, ukase, emirname, kanun hükmünde kararname, kanunname, ölüm listeleri, her konuda didaktik hitabet ve nutuk şeklini alabilir.

Karizmatik lider yettiğince ikna ve kandırma yöntemini, yetmeyince zor ve şiddeti, yani önce ideolojiyi, sonra da baskıyı uygular. İlgili ve biraz farklı bir analiz Freud’unkidir. Otorite ve egemenlik ilişkisinin iki taraflı olduğunu, (bir baba gibi) liderin kitlelerdeki “ego-ideal”i temsil ettiğini, kitlenin otoriteyle özdeşleştiğini, bu işin sadece zora dayanmadığını söyler. Tarihsel süreç analizi daha doğrusaldır: Geleneksel toplumlarda ego-ideal “şahıs”tır, modern toplumlarda “norm”dur. Buradan “kişilerin yönetimi” yerine “kuralların yönetimi”ne evrilinir. Freud’un bir de yanlış varsayımı vardır: Bazı insanlar yönetmeye layık, bazı insanlar ise itaat etmeye müstehaktır. Çok beğendiği Nietzsche’nin varsayımı gibi: Üstün insanlar yönetir ve yaratır; diğerleri yığındır.

En tehlikelisi “karizmatik” lider ve otoritenin gelip “geleneksel” toplum ve otorite üzerine oturmasıdır. Ortodoks ve köktenci din zemininin ciddiyetini ayrıca belirtmeye gerek yok. Mesele, o zaman, katmerli olur: Din meşruiyetli faşizan plebisiter diktatörlükler ile organize dinle ittifak ve işbirliği yapan ırsi monarşiler (Arap krallıkları ve sultanları, Kuran’a el basarak anayasaya yemin eden son Ürdün Kralı) teokrasiden beter olabilirler. (Ziya-ül Hak’ın şeriat anayasası, Franko’nun Katolik kilisesi ile ittifakı, Mussolini’nin Vatikan’la Lateran Antlaşması vb.)

Büyük adamlar ve karizmatik liderler kuramlarının din doktrinlerindeki Allah’ın “seçilmiş kul”ları, giderek en seçilmiş kulları temasıyla akrabalığı da uzak değildir. Nasıl Freud’a ve hayranı olduğu Nietzsche’ye göre insanın ve toplumun doğası gereği insanların bir kısmı yönetmeye, hakim olmaya ve yaratmaya ehil, bir kısmı da yönetilmeye, inanmaya, itaat etmeye mecbur ise, dinlerin hiyerarşik yapısı da dikey insan ilişkilerini emreder (tanrı, peygamber, sahabe, havari, rabbi, rahip, ulema, mümin vs.). Otokratik ve monokratik doktrin ve düzenlerin çoğunun soykütüğünde, bu seçilmiş ve Allah’a (en) yakın kul miti vardır. Rahip-kral, kralların ilahi hakkı, karizmatik lider, ummetin lideri (ümmet; Hz. Muhammed’in yolunda gidenlerin tümü), yarı-tanrılaştırılmış şef/reis vs. kuramlarının şeceresi budur. Tabii laiklik ve sekülerlik geliştikçe bu meşruiyet mitinin hükmü görece azalır.

DİNDAR ETİKETLİ’ DESPOTİZİM

Tiranlık, otokrasi, diktatörlük ve totaliter rejim türlerine mensup olan despotizm kavramı bu yönetim biçimlerinden belirgin bir farklılık arzetmektedir. Günümüzde tiranlıkla aynı anlama geldiği düşünülse de, despotizm esas itibariyle yetkisini doğrudan doğruya tanrıdan almaktadır. Temel ilkesi korku olan despotizmin var olabilmesi için, korkunun tüm topluma hakim olması gerekir. Montesquieu “Kanunların Ruhu”nda “Nasıl Cumhuriyet yönetiminde erdem, monarşik yönetimde onur gerekliyse, istibdat yönetiminde de korku şarttır” der.

“Halk, iktidardan kortuğu zaman tiranik; iktidar halktan kortuğu zaman özgürlük vardır.”(Thomas Jefferson)

Siyasi despotizmin meşrulaştırılmasına İslam toplumları açısından baktığımızda, farklı örneklerin ortaya çıktığını görürüz. Özellikle dört halife sonrasında iktidar mücadeleleri, zaman zaman ulemanın da verdiği fetvalarla adeta despotizme cevaz veren bir tablo ortaya çıkarmıştır.

 

Oysa biliyoruz ki Hz. Peygamber her zaman kendisinin bir kral ya da sultan olmadığını, sadece Allah’ın bir elçisi olduğunu söylemiştir. Daha Peygamberlik müjdelenmeden önce bile, herkesin saydığı, sevdiği, güvendiği, malını-mülkünü emanet ettiği insan. Peygamberin en önemli vasıflarından birisi Muhammed’ül-emin olmasıdır. O ki ötekileştirmeyen, Mekke’nin fethinden sonra, O’na karşı savaşan, bir anlamda politik rakibi konumunda bulunan Ebu Süfyan ve karısı Hind’e saygı gösterilmesini buyuran mübarek zat. O’nda kin, nefret, intikam duygusu yoktu.

 

Ancak sonrasında özellikle Emevi ve Abbasi dönemlerinden hakkaniyetli ve adil yönetim anlamında övünebileceğimiz bir miras kalmamıştır. Dolayısıyla o dönemlerden bugünün Müslüman dünyasına ışık tutacak bir İslam siyaset doktrini üretmek ne yazık ki mümkün değildir. Bu çerçeveden bakıldığında, esas itibariyle Sıffin savaşı, Müslümanlar açısından dramatik bir yarılmadır. Zira Sıffin’le birlikte İslam’daki sözleşmeye dayalı siyasi ve ahlaki değerler manzumesinden, bu anlayışa taban tabana zıt olan zorbalığa dayalı değerler manzumesine geçilmiştir. Bu durum, en açık ifadeyle krallık ve saltanata geçişi temsil eden ahlaki ve siyasi bir dönüşümün adıdır.

 

Yüzyıllar içinde Müslüman toplumlarda daha çok din ekseninde gelişen yönetim anlayışı, zaman zaman ulemanın da katkısıyla akıl ve bilimle değil ‘itaat’le şekillendiği için ne yazık ki modern zamanlarda – hukukun üstünlüğüne dayalı insan hakları temelinde gerçek anlamda bir demokratik sistemini – örnek alınabilecek bir niteliğe sahip değildir. Taliban’ın Afganistan örneğinde de ortaya çıkan manzara son derece açık ve net; dünyevi iktidarları için dini araçsallaştırmaktan çekinmeyen ‘dindar etiketli’ bu tamahkarlarla, demokrasiye itibar etmeyen, kendisi de adalet temelinde bir sistem kuramayan Müslüman dünyada özgürlük yok, hakka-hukuka riayet yok, liyakat önemsenmiyor ve koyu bir despotizm hakim.

 

Bugünkü Türkiye’mizde de din-siyaset bağlamında hepimizi kaygılandırması gereken; hatırı sayılır bir demokrasi müktesebatına sahip bir ülkede siyasi iktidarın bunca tecrübeye rağmen, 21’inci Yüzyıl Türkiye’sinde hala dini argümanları kullanarak oy hesabı yapıyor olmasıdır. Kuşkusuz sadece oy hesabı yapmıyor, aynı zamanda “AK Parti kaybederse ümmet parçalanır”“AK Parti kaybederse Kudüs, İslam ve Mekke kaybeder” benzeri ucuz sloganlarla dini en kullanışlı araç olarak görüyor.

 

‘Ümmet coğrafyası’, ‘ümmet birliği’ bunlar siyasi tanımlamalar ve hayatın gerçekleri ile ilgisi yok. Tarihte de hiç olmadı. Güçlü olan, güçsüz olanı yok ederek kendini halife ilan etti. Hıristiyanlar da birlik değil, Budistler de birlik değil. Böyle bir kaygıları da yok. Önce ulus devlet olmak lazım. Ancak ulus devletler arasında birlik kurulabilir. Diğer türlü, bildiğimiz çoban-sürü hikayesi.

 

Ümmet he mi, ümmet önce kendisi adam olacak, sonra ülke yönetmeye kalkacak, ümmet deyip deveyi havuduyla götürüp ondan sonra adamlık taslamayın bana, önce adam gibi bir eğitim olmazsa olmazı hukuk ve laiklik, gerisi safsata; ümmetin eline fırsat geçince, ya dava deyip soyuyor, ya da Afganistan gibi şeriat ilan ediyor; son sözüm şu, kadını insan kabul etmeyen bir din din olamaz….nokta.

NARSİS LİDERLER

Narsisizm, kısaca özseverlik demektir. Her insan bir parça özsever duygular besleyebilir. İnsanların bir bölümü kendisiyle övünmek, başkaları tarafından ilgi görmek, beğenilmek arzusu güder. Ancak bu durum abartılmış bir benlik haline dönüştüğünde hastalıklı bir durum söz konusu demektir. Özsever bir kişinin hayranlık duyduğu yegâne figür kendisidir. Bu bakımdan benmerkezcidir ve onun için başkalarının hiçbir önemi, değeri yoktur. Empati duygularından yoksundur. Sanki yeryüzündeki her şey kendisi için vardır ve kendisinin hizmetinde olmalıdır. Başkaları ya da diğerleri onun için bir araçtan farksızdır. Başkalarının düşünce ve eylemleri kendi amacına uyduğu sürece zararsızdır. Aksi halde dayanılmazdır. Önlerine engel çıkarıldığı zaman da kendilerine hâkim olamaz ve hatta giderek saldırgan tutumlar sergiler. Çevresindeki insanları hafife alır, onlara tepeden bakar. Prestije, genelde güç kullanarak erişmek ister. Daima önde olmak, yönetmek ihtiyacı hisseder. Bu durum ise kendilerini çevreleyen sosyal ve doğal çevre için çoğu kez tehlikeli bir hal alır.

Bir ülke halkının başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri de narsis kişilik bozukluğu gösteren bir liderin peşinden gitmektir. Bu konuda en ünlü örnek Hitler’dir. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Alman halkının ezikliğini ırkçı, şoven ve yayılmacı bir politika izleyerek manipüle etmiş ve sonunda dünya barışını tehdit eder bir boyuta ulaştırmıştır. Bu bakımdan narsis kişilik özelliği taşıyan politik liderler ülkelerinin ekonomik ve siyasal gücü ölçüsünde hem iç barış hem de dünya barışı açısından son derece sakıncalı siyasa güdebilirler. Bundan ötürü günümüzde demokrasilerin kalıcılığı ve sağlıklı bir biçimde işlemesinde liderin kişilik özellikleri de diğer pek çok etmenin yanında önemli bir rol oynar.

Tarih narsis liderlerin iflah olmaz patolojik kişilik özelliklerinden ötürü acı çekmiş, yıkımlara, savaşlara, kardeş kavgasına sürüklenmiş toplumlar ve insan gruplarının çektikleri eziyetlerin örnekleriyle doludur. Hele mantığından çok anlık içtepileriyle hareket eden kitlelerin çoğunlukta olduğu toplumlarda narsis liderlerin bir özelliği de toplumun kolektif bilinçaltına ustalıkla hitap ederek, kolaylıkla manipüle edebilmesidir.

Beni takip edenler bilirler. 3 Ağustos’ta Körfez Gaztesinde “Görme Duyusunu Yitirince” başlıklı yazımda; İngiliz yazarı Herbert George Wells’nin “Körler Ülkesi” eseri, romandan çok uzun bir hikaye olduğunu; yıllardır dünyayla hiçbir bağı kalmamış, çağdaş insandan mesafeli, bir vadiye gömülmüş tuhaf bir kabilenin ve rastlantı sonucu oraya düşen şehirli bir dağcı Nunez’in ilişkisi üzerine yazılmış, çarpıcı bir kitap’tan söz etmiştim. Kabile nesillerdir kör, gözleri körelmiş/sonuçta da tüm yaşam koşulları, inançlar, sabitler körlük üzerine inşa edilmiş. Çocuklardan yaşlılara kadar vadide yaşayan herkesin kör olduğu bir ülkede “Körler ülkesinde tek gözlü insan kraldır,” düşüncesiyle hareket eden dağcı Nunez görmenin erdemi, zevkleriyle bütünleşmiştir.

Öyle ya, körlerin çoğunlukta olduğu toplumlarda şaşıların kral olması da bu durumda yadırgatıcı değildir.

 

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER