Pazartesi, Nisan 29, 2024
No menu items!
Ana SayfaKöşe YazılarıProf. Dr. Garip Turunç'un Kaleminden: Meşrutiyet Krizinde Pirus Zaferine Koşmak

Prof. Dr. Garip Turunç’un Kaleminden: Meşrutiyet Krizinde Pirus Zaferine Koşmak

 

Türkiye’deki kriz çok yanlı ama sonuç olarak temelde bir meşrutiyet krizinden söz edebiliriz.

Bu terim Alman felsefe profesörü, sosyolog ve siyaset bilimci Jurgen Habermas’ın. Söz konusu “meşruiyet” (legitimacy) yasallık anlamında değil. Yani bir yönetim yasalara uygun olarak oluşmuş, gelişmiş ve çalışıyor da olabilir; ama yine de toplum ve ülke bir meşruiyet krizine girebilir. Devlet, hükümet ve genel olarak bürokrasi ve yönetim yasal ve anayasal olarak meşru sayılırken, aynı anda yapması gerekenleri pratikte yapamıyor olabilir; ya da toplumun önemli bir kesiminde “yapamıyor” algısı doğabilir. Yani yurttaşlara gereken güveni veremeyebilir ve dolayısıyla gereken saygıyı da elde edemeyebilir. Bu meşruiyet krizi, bir güven krizinin ileri aşamasıdır.

 

Bu krizin bir ayağında devlet hesabına çalışanların doğru dürüst verimli olmamaları bulunur. Başka bir ayağında kurumların yolsuzluklarla kamuoyunda rahatsızlık yaratmaları var. [Son günlerde muhalef lideri Kılıçdaroğlu’nun ; “Bu ülkenin bürokratlarına sesleniyorum ; halkımızı da şahit olmaya davet ediyorum.” videoda şu ifadeleri kullandı: “Açıkça söylüyorum; vazife namına mafyatik düzene hizmet edemezsiniz. Kanun dışı işleri emir olarak telaki edemezsiniz. Siz Erdoğan ailesinin değil, bu devletin şerefli memurlarsınız… Size kanun dışı her ne yaptırılıyorsa Pazartesi itibariyle durun. Bu illegal paralel sistemlerden elinizi eteğinizi çekin…”] Üçüncü ayağında da yöneticilere karşı güvensizlik: Devletin ve/veya hükümetin etkili ve sonuç alıcı olmadığına inanç yaygınlaşır, yönetim hakkı sorgulanır. Sorgulanıyor da…

 

Türkiye, “Artık yönetemiyorsunuz, gidin” diyen toplum ile “Biliyoruz ama gitmiyoruz”, Ne yapacağız ne edeceğiz, iktidarı vermeyeceğiz”,Ülkenin yönetimine talip olduklarını söylemekten vazgeçmelerinin kendileri için daha iyi olacağını da hatırlatmak istiyoruz”diyen iktidar arasında sıkıştı. “Saray aparatlarının” su taşıma girişimine rağmen çark dönmüyor. “Her şey iyi olacak. Ekonomi kanatlanıp uçacak” deyip 2018 yılında “Tek Adam Sistemi” ne başladığı gün 4.53 lira olan dolar kuru, bu sabah 9.29 liraya kadar yükselerk tarihi zirvesini yeniledi. Dolara yatırım yapanlar servetlerini ikiye katladılar. Halkımız ise aynı oranda fakirleşti; toplum dertli, insanlar sıkıntıda, herkes kaygılı. Başta gençler, bu ülkenin insanları gelecekten umutsuz. Milyonların ortak derdi: aş, iş, sağlık. Ama farklı grupların başka yakıcı sorunları da var. İşlerine iade edilmeyen, haklarını alamayan, Korona bahanesiyle katmerli sömürülen, en küçük iş güvenliği kalmamış işçiler; Gırtlağına kadar borca batmış, kredilerini ödemek için üretim araçlarını, traktörlerini satan, yokluğun pençesinde kıvranan tarımcılar, köylüler, bir bir kepenk indiren, günü siftahsız geçiren esnaf; İşsiz gençler, yurtlara, eğitime ulaşamayan çocuklar, ne yapacaklarını şaşırmış veliler; üniversitelerin ilköğretim düzeyine indirgenmesine, iktidarın folluğu, ilahiyat fakültelerinde tarikatların cemaatlerin rekabet alanına dönüşmesine isyan eden öğrenciler, gerçek bilim ve düşün insanı akademisyenler; Eşit yurttaşlık, eşit hak talebiyle canları ve onurları için mücadele eden, oyları iradeleri hiçe sayılıp seçtikleri milletvekilleri, başkanları, siyasetçileri zindanlara atılan Kürtler; İktidarın hoşuna gitmeyecek bir söz söyleseler kendilerini ya hapishanede ya kapıda bulan, yetmedi saldırıya uğrayan medya mensupları, düşünce ve ifade özgürlüğü tehdit altındaki muhalif sanatçılar, aydınlar….

 

Daha kötüsü, toplum içindeki kutuplaşmadır; çünkü hükümetten yana “güvenli” kesim ile “güvensiz” kesim arasında, her devlette var olması gereken asgari müşterekleri yok etmektedir. Yurttaşları birbirine bağlamaya yarayan karşılıklı güven yerine, kuşku, dışlama, ötekileştirme yaşanmaktadır.

 

Türkiye, “durumdan memnun olanlar” ve “bu böyle gitmez, dur demek lazım diyenler” olarak ikiye bölünmüş durumda. Bu bölünmenin niceliksel hesabı doğrusu çok önem taşımıyor. Duruma itirazların niteliği, hadi eski dilden yazalım Osmanlı’ya pek meraklı olanlar da anlasın, keyfiyeti; taşıdığı ya da taşıyabileceği kararlılığı, radikalliğiyle ölçülmelidir. Tarih böyle yazdığı için söylüyorum; keyfim böyle istediği, işime böylesi geldiği için değil.

 

“DAHA DİBE VURMADIK, GÖR BAK DAHA BAŞIMIZA NELER GELECEK”

 

“Bu gidişi dur demek lazım” diyenler arasındaki ciddi, esası ilgilendiren bir başka bölünmeden de söz etmek gerekir. Bu bölünme de “iyimserlerle” “kötümserler”arasındadır. Kimimiz, “durum iyi değil, daha da kötüye gidecek, daha dibe vurmadık” derken, kimimiz de “daha kötüsü ne olabilir, işte diktatörlüğün kuyusunda, koyusundayız, bakın ana muhalefet partisinin lideri bile ‘Türkiye’de bir diktatörlüğün hüküm sürdüğünü’ adıyla sanıyla söylemiş, daha ne olsun” demekteyiz. İyimserliğimiz durumun kötülüğüne dair bu nesnel saptamadan kaynaklanıyor.

 

“Daha dibe vurmadık, gör bak daha başımıza neler gelecek” diyenlerin bir kesiminin, Samuel Beckett’in hiç gelmeyecek Godot’yu bekler gibi bir halleri var. Tümüyle haksız oldukları söylenemez; çünkü tarih de gösterdi ki “dibin dibi” her zaman vardır ama kuşkusuz tarih ilerlemenin de tarihidir; biz o tarihin aynıyla yinelenemeyeceğini, Batı’nın diktatörlerine değil daha çok Doğu’nun despotlarına özenenleri bir tür hayal kırıklığının beklediğini söylersek pek mi determinist, pek mi iyimser sayılmalıyız.

 

Sayılalım; gerçekçiler için bunun çok da fazla bir anlamı olmaz. Onların yani bizlerin eskimeyen düsturu; “insanlığın önüne ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyacağına” dair usta sözüdür. Der ki usta; “Her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.” Orada mıyız, bilemiyoruz. Bu ünlü tezin gerçekle ilişkisi iyimserliğimizin kaynağıdır. Ama bu kadar da değildir…

 

Seyredenlerin yüzünü kızartarak sona ermekte olan bir hikâyedir tanık olduğumuz. İçinde bulunduğumuz günlerde, ‘büyük hikaye‘sini çoktan yitirmiş, yavaş yavaş bitişin inkarı ve öfkesinden, depresyon ve kabullenmeye doğru geçiş yapan ara rejimin gündelik anlatısının da dikişlerinin tutmamasına şahit oluyoruz. Hiç bitmez gördükleri iktidarlarının tükenişinin muktedirlerin kafasında yarattığı büyük kafa karışıklığı, kendisini her gün yeni bir nafile çırpınış olarak gösteriyor. Geminin su alması yetmediği gibi, güverteden denize atlayan tayfa da her geçen alabora riskini artırıyor. Türkiye’nin cumhuriyet ve demokrasi hikayesinde dilbilgisine aykırı olarak konulmuş iki virgül gibi göz ağrıtan ara rejimin, tek umudunu – ömrünü hiç değilse 2023’e kadar uzatıp o arada yeni bir ‘Allah’ın lütfu’ndan medet umarken – kendisini kovalayanın ayağının mucizevi şekilde takılmasına bağlamış gibi gözüküyor.

 

Toplum ise, muhalefet seçilmişini tanımayan AKP ara rejimin B, C, D, E gidiş planına karşı tedirgin. Ortalıkta “siyasal cinayetler” lafı dolaşmaya başladı bu son günlerde. Çünkü iktidarın, kaybedeceği bir seçime gidip gitmeyeceği tartışılmaya başlandı. Haklı bir kaygı. Fakat bu kaygıdan, AKP’nin hızla eriyen tabanını çıkarmak lazım! Meşruiyetini çoktan yitiren, kontrolünü tamamen kaybetmekte olan AKP’ye halkın desteği de hızla bitiyor. Şu an itibariyle anket sonuçları, iktidar için eve dönüş yolculuğunun başladığını net olarak ortaya koymaktadır. Aşırı acıklı hikayenin son kısmı, yolun sonuna gelen iktidar, alternatifleri tasarlayacak fikri enerjiden dahi yoksun.

 

Polis devleti, üniforma gücü, SADAT bağlantılı çete desteği nereye kadar? [Sedat Peker “Eskiden Sedat’çılar vardı, şimdi Sadat’çılar var” diyor. Alt anlamı şu bu sözlerin: “Bir zamanlar bizden isteniyordu korkutucu eylemler, şimdi başkasından bekleniyor.”] Evet, muhasebe yerine, yıllardır gösterilen sopa var. Ancak meşruiyet bitti, maçta bitti, uzatmalı dakikalar oynatılıyor, “Kontrollü işler derken”, kontrolün kaybolmasının üzerinden de bir hayli zaman geçti. Taban eriyor, AKP çatırdıyor. Halkın desteği olmadan iktidarda kalınmıyor! Pirus zaferine koşarak yeni bedeller ödemeden anlaşılsa ne iyi olacak.

 

PİRUS ZAFERİNE KOŞMAK

 

Yıkıp, zevkimize göre döşeyelim şiarı, kurumları etkisizleştirip ehlileştirirken, o kurumların temsil ettiği ülkeyi ve ülkeyi temsil eden cumhurbaşkanını da itibarsızlaştırmış olunur. Medyadan sivil topluma her alanda iştahla yürütülen ‘fetih’ operasyonlarının sebep olduğu kaybı, huzursuzluk, umutsuzluk, göç dalgası ve uluslararası alandaki prestij kaybı Erdoğan’ın ödemeyi göze aldığı bedeldir. Temsil ettiği ülke daha itibarsız, mutsuz, yoksul fakat ‘zararsız’dır.

 

Erdoğan’ın kendi lütfuna mazhar olmayan tüm pınarları kurutmaya, “İktidara talip olmamanız sizin açınızdan daha iyi olur” demekle muhaliflerini ayıklamaktan muhalefetten arınmaya evirilen siyaseti işitilmemesi mümkün olmayan, bir ‘kalan sağlar bizim (olacak)’ çığlığına doğru, aşırı hassaslaşmış bir tehdit algısının doğurduğu ürkeklikle, bir savunma güdüsüyle giriştiği iddia edilebilir. Arkasında bıraktığı enkazın yerine kalıcı bir yapı inşa edecek enerji ve ufka sahip olup olmadığı da – en hafif tabirle – şüphelidir. Fakat, sıkça duyduğumuz ‘kültürel iktidar olamadık’ hayıflanması, ‘kültürel üstünlüğü’ hasbelkader koruyabilmiş kesimlerin derin bir nefes alabilmesinden çok, yeni hırçınlık nöbetlerine hazırlanmaları gerektiğine delalet eder. Yıkımın tadını almış ve faydasını görmüş kaba kuvvet, elindeki balyozu bırakmayacaktır.

 

Rivayet odur ki, Antik Çağda yaşamış Epiros Kralı Pirus (M.Ö. 319-272), Akdeniz’in yükselen gücü Roma’ya kafa tutar, ordularını bozguna uğratır, fakat kazandığı son zafer öyle kayıplar pahasına olmuştur ki, savaşı devam ettiremeyecek noktaya gelmiştir – Pirus zaferi tabiri bu ‘ibretlik serüvene’ atfen astarı yüzünden pahalıya gelen, ‘çok büyük zayiat pahasına kazanılan zafer’ manasında kullanılagelmiştir. Pirus’un Romalıları dize getirdiği Asculum savaşından sonra ‘böyle bir zafer daha kazanırsam evime yalnız dönmem gerekecek’ dediği söylenir – bir anlamda şartların zorlaşmasıyla ihtirasını dizginlemiş, çılgınca bir taarruz fikrinden vazgeçmiş, akl-ı selim galebe çalmıştır.

 

Pirus, ismini vereceği felaketi kucağında bulmuştur. Erdoğan’ın farkı, Pirus zaferine koşmasıdır.

 

Dava, kaykılıp duran bir koltuğu rahat edilebilecek bir tabureye çevirmekten ibarettir. Türkiye, uysal bir tabureye dönüşene kadar huzura ermeyecektir.

 

Bu algıyı yaşayanlar arasında başta Cumhurbaşkanı olduğu için de gerek “Daha neler olacak neler, bunlar iyi günleriniz” gerek “Ülkenin yönetimine talip olduklarını söylemekten vazgeçmelerinin kendileri için iyi olacağını hatırlatmak istiyoruz” cümleleri, uysal bir tabureye varmak için biraz paniğin, biraz çaresizliğin, biraz da oyunun kuralları dışında oynamaya mecbur kalma riski ile karşılaşmanın tezahürü herhalde, çünkü siyasi partilerin varlık nedenini ortadan kaldıran bu satırlarda meşru hukuk devletinin koşullarını yaratacak ciddi ve resmi siyasi söylem olarak yorumlanabilir kelimeler yok!

Otoriter liderler kendileri için hep hayat boyu iktidar saadeti isterler, saptamasına uygun bir söz..

MEŞRU HUKUK DEVLETİNİN KOŞULLARINI YARATMAK

Doğal hukuk anlayışına göre hukuki olanla meşru olan arasındaki fark önemlidir. Fransız Littre Sözlüğü, bunu şöyle açıklamakta: “Kanuna uygun olan hukukidir. Hakkaniyete uygun olan meşrudur.” Hukuki olan bir hükümet, doğal hukukun esas ve ilkelerini ihlal ettiği oranda meşru olmaktan çıkabilir. Bu durum Ortaçağ’da “tirani” olarak adlandırılmıştır.

 

Doğal hukuk düşüncesi insanların doğuştan vazgeçilmez, devredilmez hak ve özgürlüklerle dünyaya geldiğini; eşit ve özgür olduklarını belirtir. Devlet sistemine adalet ve faziletin egemen olması gerektiğini kabul eder. Bu düşünceye göre devlet amaç değil, aksine bireyin hak ve özgürlüklerini en iyi şekilde kullanabileceği ortamı hazırlayan ve bunu hukuk güvencesi altına alan bir araçtır. Yani devlet kutsal değildir ve demokrasinin kahramanı bireydir.

 

Siyasi iktidarın kanuniliği ile meşruluğu birbirinden faklıdır. Kanuni bir iktidardan kastedilen, mevcut anayasa ve hukuk kurallarına bağlı olarak seçimle ortaya çıkan meşru iktidardır. Ancak başlangıçta meşru olan bir iktidar daha sonra meşruiyetini kaybedebilir. Bu nedenle meşruiyet sorunu iktidarın kaynağıyla olduğu kadar iktidarın kullanılmasıyla ilgilidir. Son yıllarda, bilhassa bu son günlerde ülkemizde yaşan siyaset tartışmaları bunun en bariz örneğidir.

 

Meşruluk kavramıyla “temel mutabakat” (consensus) kavramı arasında yakın bir ilişki bulunmakta. Bir siyasal sistemin meşruluğu konusundaki mutabakat oranı düştüğünde, birden çok meşruluk inancı arasında çatışma başladığında toplumsal barış bozulur ve kriz durumu ortaya çıkar -ülkemizde yaşanan budur. Kuşkusuz bu mutabakat farklılıklarımızla bir arada barış içinde yaşamamızı sağlayacak çoğulcu, çoklu, özgürlükçü olma niteliklerine dayalı bir demokraside ve meşru hukukun (doğal hukukun) hak ve özgürlüklerimizi güvence altında tutacağı ilke ve değerlerde olacak.

 

Türkiye günden güne daha gergin bir atmosfere giriyor, tehlikeli eğik düzlemde kayıyor. Belirsiz bir geleceğe doğru ilerlemeye devam ediyoruz ! Parti-devlet rejimi tükenirken, yarattığı tahribatın büyüklüğünü, ortaya çıkardığı karakterler üzerinden okumak mümkün. Kifayetsiz, hadsiz, hukuksuz, saygısız, hoyrat, sapına kadar erkek, köküne kadar yerli-milli tiplemelerin haybeden hürmet gördüğü, yirmi yıl önce yazılan kötü komedi karakterlerinin gerçek insana dönüştüğü düşük bütçeli bir distopya (zorba ve baskıcı bir yönetim altında, temel hak ve özgürlükleri kısıtlanmış ya da tamamen elinden alınmış) Türkiye.

 

İyileştirebilir miyiz diye dertlenenlerin başarılı olup olmayacağı meçhul ama siyasetçiler ve entelektüeller yeniden ayağa kaldırılacak olan meşru hukuk devletinin asgari koşullarını yaratamazlarsa gelecek kuşaklara ihanet etmiş olurlar.

 

RELATED ARTICLES

Yorum Yaz

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

EN SON HABERLER